19 Ekim 2022 Çarşamba

BİR MÜSEKKİN OLARAK ŞEHADET ŞERBETİ



Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Ara sıra kendiliğinden beliriveren bir tebessüm bile suçluluk duygusu yaratıyordu. İçimizdeki şarkılar bir anda susmuştu. İnsan onurunu zedeleyen sadaka yerine, bir lokma ekmeğini seve seve paylaşanların dayanışması vardı. Komşusu ölünce televizyonu-radyoyu açmayı zul addeden insanlar sessiz sedasız, ağırbaşlı bir kederle yas tutuyordu. 17 Ağustos depremi olmuştu. Kaybımızın çok büyük olduğunun farkındaydık ama toplumsal belleğimizin son ortak yarası olduğunu henüz bilmiyorduk. Öğrendik. Hem de acı deneyimlerle. Özellikle de son 20 yıl içinde. 

 

Geçmişte her şey çok iyiydi, son yıllarda değişti yanılgısı içinde değilim elbette. Şu parantezi açmak gerekli: 99 yıllık Türkiye Cumhuriyeti bir devlet olarak toplumsal travmalarıyla yüzleşmedi. Hatta siyaset, bu yüzleşmenin olmaması için çabaladı. Devlet geçmişiyle hesaplaşmayınca suçuna vatandaşını da ortak etti. Ölüm kutsanırken diğer taraftan da ötekinin ölüsünü veya dirisini çiğnemek, üstü örtülü de olsa vatandaşa doğal bir hak olarak tanındı. Yoksa bir insan niye bir gün önce çay içtiği arkadaşının evini yağmalasın? Tehcir edilen komşusunun evine-eşyasına niye çöksün bir insan? İnsanları yakacak ateşe niye odun atsın? Niye depremde ölenler Kürt diye üzülmediğini açıkça itiraf etsin? Niye IŞİD saldırısında öldürülen 103 canı saygıyla anmak yerine yuhalasın?

 

Halisane niyetlerle Anadolu irfanında vicdan arayanların kalbini kırmak istemem ama siyasetçinin de vatandaşın da kumaşı maalesef bu. Ama bu kumaşta son 20 yılda oluşturulan akıl almaz tahribat da işin bir başka boyutu. Dinci-milliyetçi siyasi iktidarın bile isteye yarattığı tahribat, belleği uyuşturulmuş milyonlar yarattı: 17 Ağustos depreminde kendiliğinden yas tutan bu halk artık acıda ortaklaşamıyor, acının dozu arttıkça da duyarsızlaşıyor…

 

Sosyal medya paylaşımları bu konuda bir laboratuvar niteliğinde. 41 maden işçisini kaybedince olan bitene öfke duymak, tepki göstermek yerine, birkaç saniyelik siyah beyaz madenci fotoğraflı story, birkaç cümlelik tweet yeterli. Sonra gelsin reklam ve iş birliği ya da yaza duyulan özlemi anlatan içli cümleler eşliğinde meme dekolteli fotoğraf. Hesap sahibinin meşrebine göre “maden kazası” siyasete alet edilmemeli, nasip, kader, yattığı yer cennet olsun ve kapanış. Üzüntümüz de öfkemiz de birkaç saniyeye, birkaç cümleye hapsoluyor. Onca can kaybı, toplumsal belleğimize bir küçük çizik bile atamıyor. Ve sahneye siyasetçiler çıkıyor.

 

Üzüntü ve öfkeyi eş zamanlı tetikleyen kaza süsü verilmiş cinayetlerde, sağcı siyasetçinin yıllardır kullandığı sihirli bir silahı var. Perde bir cenaze namazında açılır ve o replik söylenir: Keşke Allah bana da şehadet makamını nasip etse! 

 

Oracıkta ben de ölsem diyen birine karşı eli kolu bağlanır insanın. Âmin desen bir türlü, hafazanallah sonunun karakolda bitmesi artık olağan. Benim acım taze, sen ne diyorsun desen başka türlü. Tutulup kalıverirsin. Taze ölü cami avlusunda boylu boyunca yatarken, yakınları orada gözyaşları içindeyken siyasinin ağzından pervasızca çıkar bu sözler.

 

41 maden işçisinin ölümünün üstünden 24 saat geçmeden bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi bunu. Diğer sağcı siyaset esnafı da şaşırtmadı. Dini kavramların siyaset için kullanılması onlar için nefes almak kadar doğal çünkü. Peygambere komşu olmalarını dileyen mi ararsınız, kayıplarımız varken ihmal iddialarını konuşmayı doğru bulmayan mı… Şimdinin siyaset yapma zamanı olmadığını haykıran mı… Canları sağken işçinin yanında olmayan bu siyasetçiler, ölüsünün üstünde tepinmekten geri durmadılar. İstisnasız hepsi ağlak sözlerle, yapış yapış duygusal klişelerle geçiştirip, geride kalanların cebine birkaç kuruş koyarak konuyu kapatma derdindeler. En önemli silahları da bir müsekkin olarak kullandıkları şehadet şerbeti. 

 

Türk sağcısı “Keşke ben de şehitlik mertebesine erişsem” lafını yıllardır ağzına boş yere sakız etmedi tabii ki. Bunu söylediğiniz an, endişeli muhafazakârların minnoş kalplerinin kırılmasından korkan aslan sosyal demokratları susturuverirsiniz. Hatta AKP hesabından atılmış gibi görünen tweetleri, kendiliğinden paylaşacak kıvama çoktan getirmişsinizdir onları. Ayrıca Türkiye gibi bir ülkede her daim oy garantisi olan bir söylemdir bu. Ama en önemlisi şehitlik mertebesinin geride kalanlar için en kullanışlı müsekkin oluşudur. Şehadet makamı, üzüntüyü körükler, öfkeyi yatıştırır. Geride kalanları “Diğer ülkelerde niye madenci ölmüyor” diye soramaz hale getirir. Çünkü şehadet makamı, dinci-milliyetçi siyasetçiler için suçu örtbas etmekte bayrak kadar kullanışlı bir silahtır. 

 

20’li yaşlarda evladı mı öldü, yapıştır bir tane “Keşke ben de şehadet mertebesine ulaşsam!”

Göz göre göre, ihmal sonucu işçileri mi kaybettik, yapıştır bir tane daha! Çürük binalarda insanlar mı öldü, ver gitsin bir şehitlik unvanı! Sıra sıra tabut mu var? Ser gitsin üstüne bayrağı!

 

“Dini kavramların siyasete alet edilmesine, bayrağın suçu gizleyen bir nesneye indirgenmesine en çok dini ve milli değerlere sahip siyasetçilerin sahip çıkması gerekir” diye iyimser iyimser cümle kuracak birileri kaldı mı bilmem. Olması gereken ile olan arasındaki uçurumun başımızı döndürmemesi başka bir problem değil mi zaten?

 

Dinci-milliyetçi bir iktidarın ölümü bu kadar kutsaması varlığı için kaçınılmaz şartlardan biriydi elbette. Cami avlusunda Türk bayraklı tabuta yaslanıp, mikrofon elde siyasi içerikli konuşmalar, Cuma namazı sonrası miting gibi toplantılar, şehadet şerbetleri ve bayraklar hep bunun içindi. Ölümü kutsaya kutsaya, belleği sıfırlanmış, isyan etmeyen, ortak bir acıda buluşamayan, kader diye sunulana razı, uyuşmuş bir insan kalabalığı yarattılar her yaştan!

 

Durum bu diye elimiz kolumuz bağlı, çaresizce oturacak değiliz. Şimdi sesi de sözü de yükseltmenin tam sırası. 

 





Bir siyasetçi her fıtrat dediğinde maden sahibi kodamanlar “hukuk” marifetiyle kurtarılıyor. Maden işçilerinin avukatları Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı rehin alınıyor, madenci tekmeleyen Yusuf Yerkel Almanya’ya ataşe oluyor.

 

Bir siyasetçi her kader dediğinde, göz göre göre yitip giden canların hesabının para babalarından sorulmayacağının garantisi veriliyor. 301 madenci, bir bakanın üst üste üç gün giydiği gömlekten bile değersiz kılınıyor.

 

Bir siyasetçi her kader planı dediğinde, kendisinin de ortak olduğu suçların delillerini karartıyor. 

Bir siyasetçi şehadet makamının kendisine de nasip olmasını her söylediğinde, sermayeye yine büyük kâr, emekçiye yine ölüm yine yoksulluk vadediyor.



 

İş cinayetlerinde öldürülen tüm madencilerin anısına…

13 Haziran 2021 Pazar

KIYIYA VURMUŞ BALİNALAR



Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Eşyayı sadeleştirmek kolay oldu. Zaten pek de bir bağım yoktu. İşin zor kısmı kitaplardı. Bu küçücük evde çok yer kaplayan nesneler olarak hayatımı zora sokuyorlardı. Oturdum, kitaplar arasından vazgeçebileceklerimi aradım. Meşakkatli işti. Kitap aralarına iliştirilmiş yapışkan not kağıtları, altı çizili satırlar, anısı taze kuru çiçekler, eskimiş bir kavuşmanın hatırına ayraç olarak kullanılan uçak bileti, atmaya kıyamayıp karanlıklara hapsettiğim mektuplar… Başaramadım. Hiçbirinden vazgeçemedim. Nihayetinde bana bu satırları yazdıracak olan kitapla karşılaştım. 

Şimdi hayatta olmayan bir yazarın kitabıydı. Teşvikiye Camisi’nin karşısındaki eski İstanbul apartmanlarından birindeki ofisinde röportaj yaptığımızı hemen hatırladım. Kitap, o dönemin gündemini yakalamıştı. Çok tartışılıyordu. Güzel bir röportaj olmuştu. Pek çok ayrıntı hafızama geri döndü. Mesela onunla sohbetin hissettirdikleri, ofisin yüksek tavanları, pencereden gelen trafik gürültüsü, ezan okuyan hocanın içli sesi, tuhaf ama ikram ettiği çayın lezzeti. Kitabı röportaj öncesi okumuştum. Röportaja giderken de yanıma almıştım. Yıllar sonra vazgeçebileceğim bir kitap mı diye bakarken, hafızamdaki o boşlukla yüzleşiverdim: Kitap adıma imzalanmıştı: “Sevgili Fergün Atalay’a, Güney’in tatlı bir esintisini anımsayarak… Bir yaz akşam üstünü anımsatan gülümsemesi için…” 





İşte bu anlarda aslında zamanda yolculuk denen şeyin var olduğuna bir kez daha kanaat getiriyorum. Kalanı çorap söküğü gibi akın etti zihnime. Röportaj öncesindeki sohbetin tüm ayrıntıları, o gün giydiği kıyafet, tokalaştığımızda hissettiğim hafif terli eli, habere gittiğimiz kameramanın adı, apartmanın üçüncü katına tırmanırken hissettiğim rutubet kokusu ve daha binlerce çağrışım… Ama ne kitabın imzalandığı anlar vardı hafızamda ne de o sözler… 

Şubat ayıydı. 2001 yılıydı. Ben çok genç olduğum için 50’li yaşlarını süren yazarı çok yaşlı zannediyordum. Bir insanda bıraktığım izi algılayabilecek anlam dünyasına adım atamadığım gerçeğine dahi vakıf değildim. Oysa çok çarpıcı şifreler vardı. O gün İstanbul’da epey kar yağmıştı, hava çok soğuktu. Portakallı tarçınlı çayı da çok üşüdüğüm için ikram etmişti. Ama yazar o soğuğa rağmen Güney’de bir yaz akşam üstünde, tatlı bir esintiyi hissediyordu. Tetikleyeni bendim kuşkusuz. Ama hissettikleri bana yönelik miydi, emin değilim. Emin olma ihtimalim de sonsuzluğa karıştı zaten. İşte adıma imzalanmış o kitap, yıllar sonra yazarı artık hayatta değilken, bir balina gibi gelip vurdu kıyıya. Şimdi ben o balinayı ne hayata döndürebiliyorum ne de yerinden kıpırdatabiliyorum. Muhatabın duygu dünyasındaki izleri, onun ölümünden sonra öğrenmek ve taşımak hangi insan için zor olmaz ki? 

Tabii insan teselli arayışına da giriyor. ‘Bir insanın bıraktığı izler zaman içinde anlamını buluyor olabilir’ diyorum kendime. Benim “bir yaz akşam üstünü anımsatan gülümsemem” yazara o an o izi bıraktıysa, bana da 20 yıl sonra bununla karşılaşmanın izini bırakıyordur, kim bilir… İnsanın insana bıraktığı iz de bellek gibi değişen, yaşayan, dönüşen bir şeydir belki... Yazarda bıraktığım izlerin varlığı onunla birlikte öldü, ama bu onların var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yazarın bana 20 yıl önce bıraktıkları ise şimdi başlıyor. O kitap hem yazardan bana kalan izlerin delili hem de ben var oldukça yaşayacak bir hatıra artık.

Tabii sadece o kitap değil bana bu satırları yazdıran. Sabah gelen bir telefon sonrası kafamda çınlayıp duran bir görüntüyle baş başayım: 80 yaşında bir adamın taktığı boncuklu kadın bilekliği. Sol bileğindeydi. Biraz da sıkmış, hafif bir iz bırakmıştı. Lacivert bir ipe dizilmişti. Renkli boncuklar, altın sarısı metalik parçalar ve minik inciler vardı üstünde. Görebilen her göz, o bilekliğin bir hikayesinin olduğunu anlayabilirdi. Bilekliğin bir kadına ait olduğu belliydi. 

Almanya’daki hastanenin ağaçlarla çevrili bahçesinde, beyin kanaması geçiren eşinin iyileşmesini beklemişti. Günler süren bekleyişin sonrasında eşini kaybettiği anları anlatmıştı bana. 50 yıllık eşi son nefesini verince önce yüzünü öpmüş, sonra bilekliği çıkarıp kendisine takmıştı. Ertesi gün hastane yakınındaki mezarlığa giderken geçtikleri yeşil yolu, usul usul yağan yağmuru ve mezarlığın sessizliğini anlatmıştı. Eşinin yokluğunu, bir zamanlar onun bileğini saran o boncuklarla kabullenmeye çalışıyordu. Eşinin bu dünyada bir zamanlar var olduğunu, bilekliği üstünde taşıyarak hafızasına kazıyordu. Ben gözlerimi bileklikten alamazken şöyle demişti: Ben artık ona kavuşmak için gün sayıyorum. Yanında mezar yeri aldım. Oğluma vasiyet ettim, beni de bu bileklikle gömecekler… 

Telefonun ucundaki ses Murat Bey’i kaybettik derken, benim aklımdan geçen tek şey o bileklikti. Almanya’da eşinin yanında, kolunda o bileklikle uzanıyor artık Murat Bey. Yaşadığım evin sahibiydi. Bana bıraktığı iz, bir bileklikten çok daha fazlası… 

Böyle anlarda aklımın içinde dönüp duran bir şiir var. Lale Müldür’ün Saatler Geyikler şiiri.

"Bazen ama bazen bir insanla bir şey olur 
Kısa süren bir şey 
İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi 
Bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz” 

Bazen iki geyik sıçrayıp havada öpüşüyor ve o an çok şey oluyor: Bir yazarın gözden kaçırılmış sözleri 20 yıl sonra, bir iz olarak vücut buluyor. Yıllar önce ölmüş bir kadının bilekliği, Berlin’de bir mezarlıkta eşiyle birlikte yanına defnediliyor. Bazen de geyikler gecenin bir yarısı türkü olup, içindeki karanlık ormanda koşuşuyor. 

Memleketim, ruhumun payitahtı Diyarbekir’in türküsüydü Geyik Avı. Çağlar Fidan türküyü olması gerektiği gibi ağırbaşlı bir kederle seslendiriyordu. Hali tavrı çok zarifti. Öyle bir söylüyordu ki, avcıların peşine düştüğü bir geyiğin bakışlarındaki acıyı hissedebiliyordunuz. Hafızamdan kesik kesik görüntüler geçiyordu. Göğüs kafesimde içtiğim suyu bile yudumlatmayan bir sıkışma vardı. Nedenini anlayamıyordum, kalbimden vurulmuş gibiydim. Bir yere varacaktım, yolu anımsayamıyordum. 




Sonunda türkünün yolu, dedemin Sur’daki evinde saz çalıp türkü söyleyen amcama, onu hayranlıkla izleyen 8-9 yaşlarındaki küçük kıza, bana kadar vardı. Diyarbekir’in çok sıcak yaz akşamlarından biriydi. Amcam yine içki içip kavga etmişti, yüzü gözü morluklar içindeydi. Ellerinde irili ufaklı kesikler vardı. “Ben bu dünyayı sevmiyorum” diye ağladıktan sonra almıştı sazı eline. O akşam söylediği türkü buydu. Yıllar sonra tekrar duyduğum o türküden bana kederli gözlerle bakan bir geyik değil, aslında amcamdı. 

Oysa ne dedem var artık ne de Sur’daki evi. Dedem öldü, ev yıkıldı. Amcam ise dünyaya isyan bayrağını çekip gideli uzun yıllar oldu… Ama izler hep yerli yerindeymiş… Öyleymiş… Hafızamda öylece duruyormuş… 

Bu sabah rüyamdan, belki de kabusumdan insan insanın çölüdür cümlesini duyarak uyandım. Klişe bazen iyidir; anlatmayı, anlamayı kolaylaştırır ama ben pek sevmem kesin yargı bildiren bu cümleleri. Ama karşıt cümleleri de maalesef benzer kesinlikte kurmak gerekiyor. Yazının cilvesi işte: İnsan her zaman insanın çölü değildir. İnsan her zaman insanın izi değildir. İnsan insanın her zaman bir şeyi de değildir. 

Ama silinmemiş, silinmeyen, zamanını bekleyen izler vardır elbette. Bazen bir kitabın sayfalarında kıyıya vuran bir balina, bazen bir bileklik, bazen de bir geyik… 


12-13 Haziran 2021- ORTAKÖY


Yazara hissettiğim gönül borcuna, Murat Bey'in eşinin bilekliğine, Lale Müldür'e, amcamın bir türlü sevemediği dünyaya, Çağlar Fidan'ın beni yıllar öncesine götüren o güzel sesine, gidenin de kalanın da bıraktığı izlere...





23 Nisan 2020 Perşembe

BİRKAÇ PİRİNÇ TANESİ


10 yıldır süren bir hastalığın en zorlu dönemiydi. Yürüyemiyordum, narkotik ilaçlarla dahi dinmeyen ağrılarım vardı. 80 metrekare evde üç adım atabilmek için bile tekerlekli bir koltuğa muhtaçtım. Kimseden yardım isteyemeyecek kadar kibirliydim. İyileştikten sonra o kibiri fark ettiğimde, şu linkteki yazıyı yazdım. Adını o acı türküden bir temenni olarak aldım...



Şimdi de bu yazıyı, 2014 yılının Mayıs ayından 2015 yılının Mart ayına kadar toplam 8 ayı evde bir başına ve ağır hasta geçirmiş olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak yazıyorum!

Haydi başlayalım. 

Evde uzun zaman geçirmek yorar insanı, biliyorum. Hele ki yıllar içinde hızlanmış, bir an bile durmaya düşünmeye vakit ayıramamışların işi daha zor. Hastayken evde olmak boğucuydu. Ama bir yönüyle daha kolaydı. Dışarıda akıp giden hayattan uzak kalmak, uçsuz bucaksız ağrılarla mücadele etmek ne de olsa sadece bana ait bir meseleydi. Şimdi tüm dünya hasta ve mesele hepimize ait. 

Biliyorum, o yeşil renkli grafik hepimizin tüylerini ürpertiyor. Bir gün kendimizin ya da sevdiklerimizin o tablonun içindeki sayılardan biri olabileceğini iliklerimize kadar hissediyoruz. Başımıza bir hal gelirse, yapayalnız bırakılabileceğimizin de farkındayız. Hiç kolay değil elbette.  Ölümsüzmüş gibi yaşarken, dünya emrimize amade zannederken, salgınla ve yeri doldurulmaz kayıplarla karşılaştığımız günlere geçiverdik bir anda. 

Değerli bir şeyi kaybetmek, onun yokluğunu idrak etmek hiç kolay olmayacak. Salgın döneminde ya da öncesinde kaybı olan herkese sabır dilerim. Ama hayat bu. Bir gün kendinizi onun çok sevdiği erguvanlara bakıp gülümserken bulacaksınız. Bahçedeki ceviz ağacı, size kumaş bir kese içinde hediye ettiği cevizleri çağrıştıracak. Vapurda çay içmeyi sevdiği için o berbat çayları onu anarak içeceksiniz bir gün. Mesela nemi alsın diye tuzluğun içine attığı birkaç pirinç tanesiyle göz göze geleceksiniz. En sevdiği kıyafetten bir parçayı muska gibi göğsünüzde, onun sevgisiyle taşıyacaksınız. Bahçeye nar ağacını birlikte diktiğiniz günün mutluluğu, daha dün yaşanmış gibi taze kalacak. Gökyüzünde süzülen bir uçurtmadan gözlerinizi alamayacaksınız. Sevdiği şarkılar, hani olur da radyoda çaldığında, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, içinizde haykırıp duran o yaralı hayvana deva bulamayacaksınız. 

Ama bir gün, hakiki bir dost meclisinde kadehinizi onun için sessizce masaya vuracaksınız. O anda sizinle göz göze gelip tebessüm etmeye çalışan dostlara sevgiyle bakacaksınız. O günler kolay gelmeyecek. Ama bir gün mutlaka gelecek. Kabul edilmesi zor kayıpları nihayetinde kendimize tane tane anlatacağız. Bağrımıza taş basmayı da, o taşın ağırlığını yüklenmeyi de düşe kalka öğreneceğiz. Geride kalanları daha çok sevmek için tüm gücümüzü toplayacağız… 

Hayat bu. Çığırından çıksa da, tüm dünya hasta olsa da başka çare yok. Devam etmek zorundayız. Elbette şimdi de ağız dolusu güleceğiz. Bir araya gelemesek de, birlikte gülmenin iyileştiren gücüne şimdi de inanmaya devam edeceğiz. 

O zaman devam edelim. 

Bir gün toplumsal bir mesele konusunda aynı ortamda bulunduğum birkaç kişiye, o an söylenmesi gereken sözleri nazik bir üslupla sarfettiğimde, duyduğuma dahi inanamadığım bir cevap gelmişti masadaki profesörden. Bir iki kez karşılaşmıştık, birbirimizi çok da tanımıyorduk. “Ah senin bu hiç kış görmemiş zarafetin” diye tahakküm çabasıyla başladı konuşmaya, saldırganca tamamladı. Sonra da masayı terk etti. Kış görmeden, eksilmeden, yenilmeden, başını duvardan duvara vurmadan zarafet mertebesine ulaşmanın mümkün olmadığının farkında değildi sadece. Salgının başlamasından birkaç gün sonra aradı. “O gün çok ileri gitmişim” dedi. Aklınızda böyle biri varsa arayın. Hem bu hayatın muhasebecisi siz misiniz? Kimin kaç kış gördüğünün hesabını tutmayın. Arayın. 

Bu arama özgürlüğü sonsuz değil elbette. Bana sorarsanız eski veya eskimiş sevgililerinizi aramayın. Hele ki şu üç günlük dünyada kalbinin en mutena semtinde varlığınıza yer vermemiş insanlara hiç minnet etmeyin. Ama içinizde kalan bir söz ya da ah keşke söyleseydim dedikleriniz varsa, o zaman siz bilirsiniz. 

Ne bileyim... “Hödüklük şu dünyada seninle vücut buldu.” 
Yahut…  “Senin bana yazdığın o şiir, bir atın ürogenital sistemine konmuş bir kelebek gibiydi.” 
Efendime söyleyeyim… “Senden ayrıldığım gün üstümden 95 kilo yük kalktı” demek istediğiniz birileri varsa, o ayrı tabii. 

Gerçeği öğrenmenin hödüklerin de hakkı olduğunu düşünüyorsanız durmayın, arayın. Ama bana sorarsanız taş kalpli birine dahi, bu salgın döneminde kötü davranmayın. 

Bana kalırsa sık sık salgından önceki “normal” hayatınıza dönmeyi istediğinizi söyleyip durmayın. Bundan önceki “normalin” aslında çok sefil olduğunun farkına varın. Mesela bir plazaya tıkılıp saatlerce çalışmak mı normaldi? Veya bir fabrikada elleriniz parçalanana kadar üretim bandına mal yetiştirmek mi? Sabahın kör vaktinde yollara düşüp, metrobüsün penceresinde uyuyakalmak mı? Bir kediye, bir ağaca, bir denize baktığınızda hiçbir şey göremeyecek kadar yorgun olmak mı? Çocuğunuzu, elinden tutup çekiştire çekiştire gece karanlığında müfredata teslim etmek mi? Alışveriş merkezlerinden eliniz kolunuz paketlerle dolu çıkmak mı? Kimsenin kimseyi dinlemediği masalarda, kıytırık mezelere çatal salladığınız sofralar mı? Zulümden gözünüzü kaçırıp hiçbir şey olmamış gibi davrandığınız zamanlar mı?

Normal bunlar mıydı?

Hazır çoğunuzun vakti varken bence buna kafa yorun. Artık hayata farklı gözlerle bakacağım diyorsanız “Her şey eskisi gibi olsun” cehenneminden kurtulun. O cehennemdeki kendinizin de pek matah bir şey olmadığını kabullenerek işe başlayın. 


Bu dönemde kendinize sözler vereceksiniz, çok sayıda karar alacaksınız. Almayın. “Barı açıyorum, Ayla’yla aramı düzeltiyorum, babamı da yanıma alıyorum, olay bitmiştir” diyen film kahramanının başına gelenleri düşünün! Ama içinizi rahatlatacaksa kendinize söz de verin, karar da alın. Hayata geçirememek, kendinize verdiğiniz değere çizik atmayacaksa bence mahzuru yok. Mesela ben de bazı kararlar aldım sonuçta. 

1- Virüs bittikten sonra evleneceğim. Bu kez arazi olmayacağım. Valla.

2- Bundan sonra insanlarla arama zulme varan ölçüde mesafe koymayacağım. Ne o öyle mahkeme duvarı gibi? Çok kararlıyım. 

3- Nekahet dönemi sonrası işe döneceği ilk gün, “Karşılaştığımızda herkes beni öpecek, off yaaa offfff!” diye söylenen Fergün yok artık. Sevgisini dokunarak gösterebilen, mıç mıç sevgi kelebeği insanlardan olacağım. Kesinlikle. 

4- Virüs bitince biraz kilo alacağım. Alacağım tabii. Günde beş ekmek yerim, ne var ki bunda. 

5- Bir zamanlar sevdiceğim olan biri huysuz olduğumu iddia edince, aile bireylerine tek tek sormuş aldığım tokat gibi cevap üzerine biraz huysuzlanmıştım. Virüsten sonra huysuzluğu derhal bırakacağım! Bırakacağım!

Görün bakın, ben bu sözleri nasıl da tutmayacağım!

Bu dönemde zaman kavramı hakkında düşünmeye çok vaktiniz olacak. Bence iyi değerlendirin. Televizyona ve sosyal medyaya mesafeli durun derim. Kitaplar ve müzik için ise tam aksi. Tabii bunlar bile sıkacak bir süre sonra. Ama iyi arkadaşlarınız varsa dert etmeyin. Uzakta da olsa şiirden, aşktan, romandan, müzikten, dünyaya fırlatılmış olmanın çaresizliğinden konuşacağınız karantina arkadaşlarının varlığına şükredin. 
 Evde pijamayla oturmayın diyenlere inat, rahatınıza bakın. Bana kalırsa o kadar çok ekmek yapmayın. Saçlarınızı boyamak isterseniz o ayrı. İyi hissedecekseniz yapın gitsin. Bir de saçınızı üç numaraya vuracaksanız vurun da, sakalınıza ilişmeyin! 

Ayrıca, bu yazıdakiler de dahil tüm tavsiyelere şüpheyle yaklaşın!

Bana gelince…

En sevdiğim kırmızı pijamayla oturdum, bu yazıyı yazdım. Yazarken karantina arkadaşımın çok uzaklardan gönderdiği şarkıları dinledim. Saçlarım iki yıldan sonra ilk kez uzayacak sanırım. Aramak istediğim biri var mı diye hala düşünüyor, ama sadece bir hayaletin gölgesiyle karşılaşıyorum. Pencere önündeki koltuktan dışarıya bakarken, yaşadığım bütün kışlara şükrediyorum. Ağrım sızım yok şimdi, bu defa dünyanın ağrısına dayanıyorum.




Şimdi erguvanlara biraz gülümseyeceğim. Ceviz ağacı yaprak açmaya başladı diye sevineceğim. Bir gün vapurdaki o berbat çayları iştahla içeceğim. Köyceğiz’deki evin bahçesine o nar ağacını yeniden dikeceğim. Kalbimin ondan kalan muskanın altında çarptığını hissedeceğim. Uçurtma görmek için belli ki uzun süre bekleyeceğim. Şarkılar çalarken içimdeki yaralı hayvana sakin ol, bunu da atlatacaksın diyeceğim. Onun sevdiği şarkıları gözyaşlarıyla değil, içimdeki hasretle dinleyeceğim. Biraz sonra pencerenin yanı başında, kadehi hafifçe masaya vurup ilk yudumu öyle içeceğim. 

Şimdi bana müsaade. Tuzluktaki birkaç pirinç tanesi ile göz göze geleceğim.










11 Nisan 2016 Pazartesi

YERYÜZÜNÜN ŞARK ÇIBANI


Düğünlerde sözlerine hiç dikkat etmeden o türküyle göbek attınız mı? Hadi yapmadınız diyelim. Mütebessim bir yüz ifadesiyle, abartılı jest ve mimiklerle o türküyü söyleyen türkücüyle tempo tuttunuz en azından. Belki bazen melodisiyle dilinize takıldı, gün boyu mırıldandınız türküyü. Tüm bunları yaparken de 15 yaşındaki bir çocuğa neden “Nazife Hanım” dendiğini hiç düşünmediniz. “15 yaşında da Nazife de hanıma doyum olur mu?” sözleri kulağınıza çalınırken, insanın kalbini paramparça etmesi gereken olaya kafa yormayıp, şen şakrak notalara bıraktınız kendinizi. 15 yaşında bir çocuğun, maalesef dilimize yerleşmiş tabiriyle “dağa kaldırılıp”, onlarca kişinin tecavüzüne uğramasına ve büyük ihtimalle öldürülmesine böyle tanıklık ettiniz. Bir dilin hücrelerine nüfuz eden çocuk tecavüzünün, bu toprakların türkülerinde de vücut bulmasının ne anlama geldiğini sorgulamadınız. Aklınıza bile gelmedi. Sustunuz.


Sonra ne mi oldu?


Türkünün sözlerinden devamla hepimizin yüzüne çarpayım: “15 yaşında da Nazife de hanıma yazık ettiler…”


Yazık ettiler... Yazık etmekten daha da fazlasını yaptılar…

Bu türkünün derlendiği yılların üstünden uzun zaman geçti. 15 yaşındaki Nazife’nin kaderi değişmedi. Ülke, çocuklara ağır travma yaşatanların hukuki ve siyasi olarak korunduğu zift karanlığındaydı. Öyle olmaya da devam etti.

Nazife bugünlerde yaşasa, diyelim ki o tecavüz  mahkemeye taşınsa ne olurdu diye düşündüğünde, kaldırabileceğinin üstünde ağır bir hakikatle karşı karşıya kalıveriyor insan.

Şimdi olsa, o taşra kentinin kerli ferli hakimi, 15 yaşındaki Nazife’nin tecavüzcülerini kurtarmanın tüm hukuki yollarını kullanırdı. Kızın kemik yaşı ‘adli tıp bilimi’ sayesinde 16 olarak hesaplanıp, çocuk tecavüzcülerinin cezası 21 yıldan 15 yıla düşürülürdü. Duruşmada takım elbise giyip kravat takan tecavüzcüler bir de iyi hal indirimi alıp, birkaç yıl sonra hayatlarına geri dönerlerdi. Duruşmada mağdur avukatı olaydan tecavüz diye bahsettiğinde, hukukun o soğuk dili mahkeme kayıtlarına ‘nitelikli cinsel istismar’ diye geçerdi. Tecavüzün haberini yapanlar, tecavüz edenlerden daha fazla bürokratik ve hukuki işkenceye maruz kalırdı.  

Nereden mi biliyorum? Daha o kadar yeni ki… Anadolu’nun turistik bir kentinde 15 yaşında bir kız çocuğunun davasında hakim böyle karar verdi. Siyasetten hukuka, toplumsal kabullerden geleneğe varana kadar her şey birleşti. Organize kötülük, bu ülkenin çocuklarına bunları reva gördü. Yıllar önce o türküde yetişkin kadın etkisi yaratmak için Nazife’ye ‘hanım’ diye seslenenler her kimse, çocuğun yaşını adli tıp aracılığıyla büyütüp cezayı küçültenler de onlar işte. Aramızdalar. Her zaman buradalardı.


Çok uzun zaman önce kitap kurdu bir çocuk olarak evde, kitaplıkta bulduğum bir kitabı karıştırıyordum. Babam, yaşımın bu öyküleri okumak için uygun olmadığını söyleyip kitabı elimden aldı. Çocuk merakı tabii, sakladığı yeri bulup, gizli gizli okudum kitabı. Kitabın adı Kara Vagon’du. İçinde “Güzel Çocuk” adlı bir öykü vardı. O öyküyü okuduğumda babamın kitabı neden benden sakladığını anladım. Tanrı'nın unuttuğu bir ilçede yaşıyorduk. Öykü de oralarda bir yerlerde geçiyordu zaten. Ağır, çok ağırdı. İhbarcı olduğu için öldürülen bir adamın çocuğuydu baş kahraman.

Kasabanın iki genci, batıdan gelmiş bir konuğu lağım akan  “Hayat Çayı” adlı su kenarına rakı içmeye götürüyor, 10-12 yaşlarında sarışın, çok güzel bir erkek çocuğu da onlara eşlik ediyordu. Çocuk tecavüze uğrarken kasılmasın diye zorla rakı içiren, cinsel açlıklarını, daha önce intikam için tecavüz edilmiş bir çocukla gidermeyi son derece olağan karşılayan iki kişi vardı öyküde. Tecavüz ederken “Bana abi deme!” diye çocuğu tersleyen, “Zaten herkes yapacak.” diye suça kılıf uyduran adamlardı bunlar. Devreye girmek için yanındakilerin tecavüzüne tanık olmayı bekleyen, dehşeti ancak iliklerine kadar hissettiğinde çocuğu "kurtaran" ve eline kan bulaşan “Batılı” konuk vardı bir de...


Çok sertti, vurucuydu. Bu topraklarda olup biteni bir çocuk olarak öğrenmenin, bunu da gizli gizli yapmanın yükü ağırdı. Zaten bir süre sonra da birlikte oyun oynadığım yaşıtım kız arkadaşlarımdan birinin tecavüze uğradığı ortaya çıktı. Çocuğun ailesi, manifaturacı, mal müdürü, imam, nalbur ve hacı bakkalın da bulunduğu 50 kişinin gözaltına alınıp, il merkezine gönderilmesi her şeyi daha net görmemi sağladı.


Söylentilerden anladıklarım da sarsıcıydı. Olaydan bütün ilçenin haberi vardı.Herkes susmuştu. Küçük kızın ailesinin de para aldığı için sessiz kaldığı konuşuluyordu.

Şimdi o günlere baktığımda, kötü bir şey dile getirilmediğinde olmamış varsaymanın konforuyla, önüne geçilemeyecek kadar azgınlaşmış kötülükle iş birliği yapma geleneğinin birleştiğini görüyorum. “Hayat başka, kitap başka!” denilerek kıymeti düşürülen bir yazarın o öyküleri nelere göğüs gererek yazdığını, bugünlerde daha iyi anlıyorum. Saçma sapan bir romantizmle, abartıla abartıla anlatılan Anadolu’nun hoşgörülü toprakları veya "Anadolu irfanı" masalını, kitapların ve hayatın öğrettikleri sayesinde erken yaşlardan bu yana dinlemiyorum. Ayağımı bastığım yerin ne olduğunu kavradığım günün dehşetini, son günlerde yeniden yeniden yeniden yaşıyorum: Karaman’la, Türkiye’nin dört bir yanından gelen çocuk tecavüzü haberleriyle.

Böylesine tahammülü güç bir hakikat karşısında ne yapmayacağımızı, o öyküyü okuduğum çocukluk günlerinden bu yana biliyorum.

Susamayız. Tecavüzü gördüğü halde çıkar elde ettiği için ses etmeyen ailelerden olamayız.

Duramayız. Olan biteni önce izleyip, sonra canını dişine taksa da, Bekir Yıldız’ın Güzel Çocuk öyküsündeki “Batılı” kahraman gibi çocuğu kucaklamak için yeni tecavüzleri bekleyemeyiz.

Kayıtsız kalamayız. Mahkemede çocuğun yaşını büyüterek cezayı indiren hakimin hukukuyla, adalete varamayız.

Kahrımızdan ölemeyiz. Yan yana durmamız gereken binlerce çocuğu, bu hayatta bir kez daha yalnız bırakamayız.

Bu sessizlik suikastına kapılıp gitmiş herkese, sustuğu için suçun ortağı olanlara, suçu şahsileştirerek örtmeye çalışanlara, siyasetçiye, vakıf yöneticisine, hakime, savcıya, avukata, gazeteciye, kanaat önderlerine, annelere, babalara, doktorlara, öğretmenlere gideceğiz. Gözlerinin içine baka baka, ciğerlerimizi dolduran tüm nefesle haykıracağız. “İki çift lafım var sana." diyeceğiz. “Dokunma artık çocuklarıma, evlatlarıma, kızıma, oğluma. Eğer onların kılına zarar gelirse, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, hiç düşünmeden yıkarım bu dünyayı başına!” diye çığlık atacağız.

Yakalarına yapışıp, yüzümüzü yüzlerine yaklaştırıp, “Bu ülkeyi yeryüzünün şark çıbanı yapmana, hepimizin yüzünde geçmeyecek yara izleri bırakmana  izin vermeyeceğim!” diye sesleneceğiz.

Acımızı, öfkemizi, dinmeyecek ağrılarımızı kalbimizin en mutena yerinde dirayetle saklayıp, son nefesimize kadar olan bitene isyan bayrağını sallamaya devam edeceğiz.


Kim bilir hangi gecenin karanlığında, hangi soğuk odalara minicik ellerinden tutulup, zorla sürüklenen o çocukların yarasına derman olabilmenin yollarını arayacağız. Yaralarının izi kalsa da acılarını dindirmek için elimizden ne gelirse yapacağız. Bu çocukların sesinin dünyadan silinmesine, öykülerinin yok sayılmasına izin vermeyeceğiz. Onları bekleyen zor yıllarda, biz yetişkinlere yeniden güvenebilmelerinin, hayatı bir yerinden tutup yeniden başlatabilmelerinin yollarını arayacağız.

Bingöl’de, Çorum’da, Antalya’da, Diyarbakır’da, Muğla’da, Trabzon’da, Van’da İstanbul’da, Karaman’da, kısacık hayatlarının en yalnız gecelerini yaşayan o çocukların yüzüne bakabilme gücünü ancak böyle toplayacağız.



Yeryüzünün neresinde olursa olsun, ağlaya ağlaya yara bere içinde uyuyakalmış bir çocuğun acısını, hiç kimsenin yanına bırakmayacağız…

Yapamaz mısınız? Olmaz mı?


Peki o zaman…
Kötülüğün iktidarını güçlendirin, yere batasıca ahlaksızlığın dilini konuştuğunuzun farkına bile varmayın. Güçlü olanın değil, zulme uğrayanın safında yer almanın vicdan meselesi olduğunu aklınızdan bile geçirmeyin

Pamuklara sararak büyüttüğünüz, bakmaya kıyamadığınız, uyurken nefes alıp verişini dinlediğiniz güzeller güzeli evladınızın da başına aynı şeylerin gelebileceğini hiç mi hiç düşünmeyin. Sevgiyi, şefkati, iyiliği sadece kendi çocuğuna vermenin yeterli olduğunu zanneden ruhsuz insanlardan biri olmaya devam edin.

Göklere çıkardığınız, kutsiyet atfettiğiniz düşük zihniyetin çocuk tecavüzünü dillere pelesenk ederek olağanlaştıran “Yurttan Sesler” korosunda yeriniz hazır artık. Buyrun ağzınızı doldura doldura söyleyin:

“O tepeden bu tepeye oyun olur mu? 15 yaşında da Nazife de hanıma doyum olur mu?”

Bu ülkenin bütün Nazifelerine,Yaşar Usta’ya, Karl Marx”a, Bekir Yıldız’a…

Fergün Atalay/11-12 Nisan 2016-Ortaköy

***Bu türküyü Şakir Öner Günhan tek kanallı TRT yıllarında sıklıkla söylerdi. Yazıda anlatılan da onun söylediği şeklidir. Şakir Öner Günhan, “15 yaşında da Nazife de hanım kimlere aldanmış?” ve “15 yaşında da Nazife de hanıma doyum olur mu?” diye seslendirir. Muzaffer Akgün aynı türküyü, “15 yaşında da Nazife de hanımı kimler aldatmış?” ve “15 yaşında da Nazife de hanıma oyun olur mu?” sözleriyle söyler. Türkünün iki söylenişi de üzücü elbette. Nazife birinde aldanıyor, diğerinde de oyuna geliyor. Çocuk sonuçta…







14 Ekim 2015 Çarşamba

VASATİ 40 ÇÖP


Derdiniz mi çok?


Canından can koparılan insanlardan da mı çok?


Şimdi sosyal medyadaki sayfalarınızı geceden siyah bir kareyle doldurdunuz da görevinizi mi yaptınız?


Şen şakrak, içi boş fotoğrafları, incir çekirdeğini doldurmaz yorumlarınızı bir süre durdurunca gönlünüz ferahladı mı?


Galiz küfürler edince geçti mi?


Olan bitene kayıtsız kalmadığınızı sosyal medyada göstermenin şovu, utancınızı yendi mi?


Daha soru sorayım mı?


Sormayayım tabii.


Aslında bu yazı, daha bir hafta önce aldığım notlara göre şöyle başlayacaktı:


“Tıka basa, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yemişsiniz. Anneniz dünyanın en güzel yaprak sarmasını, kardeşiniz sizin sevdiğiniz revaniyi hazırlamış. Haylaz babişkonuz, annenizin cilveli itirazına rağmen rakıları yuvarlamış o gün yine. Gülünce gözleri o yüzden çizgi gibi olmuş yazdığınıza göre. Bodrum’daki yazlığınızın kahverengi tuvalet seramikleriyle kaplanmış, onca filtreye rağmen çirkinliği gizlenememiş  beton terasındasınız maaile. Arkanızda, mezar taşlarını andıran sıra sıra yazlık evlerin arasında, mendil kadar bir deniz manzarası var. Fotoğraflara ve altındaki yorumlara bakılırsa pek de mutlusunuz, prenses, pardon premses gibi hissediyorsunuz o gün: Ulu manitu mutluluğunuzu daim etsin aşkitellam. Sofranızdan Halil İbrahim bereketi eksik olmasın, rabbim ayırmasın! En kötü gününüz böyle olsun güzeller güzeli. Çok güzelsin premsesim, Allah bugününüzü aratmasın...”


Başlayamadı tabii. Ölümlerden ölüm, zulümlerden zulüm beğen ülkesi ömrümüzün üstüne, sıra sıra 99 kişilik toplu mezarla çöktü…


Uzun zamandır siz-biz olarak ayrıldığımızı, hatta birkaç adım daha eskiye gideyim, aslında hiçbir zaman yan yana duramadığımızı söylemekle başlayayım işe. Zaman zaman kimliği farklılaşan öfkeli bir ağabeyin, kardeş dediklerine her türlü zulmü reva gördüğü, etle tırnak benzetmesinin olası bir ayrılığı halinde koparılıp atılacak tırnak olmanın “öteki”ye, yani bana, yani size vehmedildiği bir dünyanın içine fırlatıldık ne de olsa.


Şimdi bu yüz yıllık gerçeği kabul etmenin zorluğundan olsa gerek, gündelik hayatta ve sosyal medyada son dönemde sık sık yüz yüze kaldığımız ırkçılığı, ayrımcılığı  dert eden bir avuç insan şaşkın ve üzgünüz. Ölüm acısının siyasi, etnik ve dini çerçevede şekillenmesinin ve ifade edilmesinin, en azından vicdani gelişimini tamamlayamamış insanlar için  kaçınılmaz sonuç olduğunu içten içe biliyoruz. Bildiklerimizin ölümlerle üstümüze boca edilmesine, siyasetin malzemesi olmasına, ana dilimizin hücrelerine kadar sinmesine, katilin maktulün kimliğine göre tanımlanmasına tahammül gücümüz kalmadı sadece.  


Ölenlerin kimliklerine bakarak, tam manasıyla taraf tutma saikiyle içindeki kederi veya arsız sevinci sosyal medya marifetiyle ortaya saçmanın birbirinden farkı yok aslında. Bugün 15 yaşında, batılı, kendisini Türk ve müslüman olarak tanımlayan bir kız çocuğu, kendisinden hissetmediği ölülerin ardından yaşadığı “Mutluluğu” olabilecek en net sözcüklerle ifade ediyor Twitter’da. Kendisi gibi yazan binlerce kişiyi gördüğünde, verdiği tepkinin doğru olduğundan bir an bile şüphe duymuyor, duymayacak elbette.  Akıl çerçevesinden bakılınca olan bitenin garipsenecek bir yönü yok. Ama işte, incinen, bir daha yeşeremeyecek kadar kökünden kopan yerler oluyor içimizde. Öyle bir noktaya geliyor ki insan, 2011 Van depreminde Twitter’a “Deprem Van’da, Kürtler öldü ama valla üzüldüm lan.” yazan ayrımcılıkta bile bir nebze şefkat olduğunu düşünüp, ‘hiç değilse bu noktada kalsalardı’ diye aklından geçirebiliyor.


O çok takipçili fenomenler, şov dünyasının somut şöhretlere sahip ünlüleri de tel tel dökülüyor böyle durumlarda. Doğaldır, olabilir. Olağan zamanlarda sosyal medyaya aşk, seks, ilişkiler, gündelik hayat üzerine adrese teslim net tespitler yazan fenomenin veya rol aldığı filmi, söylediği şarkıyı anlatan, ara sıra avanak hayranlara laf yetiştiren bir şöhretin böylesi ağır konularda akılla, duyguyla  yola çıkması kolay değil. Nereden, nasıl sözcükler bulunur da, içinde olmayan bir insana vicdan anlatılır bilemiyorum. Sezgiyle şunu söyleyebilirim sadece: 0-3 yaş arasında her ne yaşanıyorsa, her ne oluyorsa, o dönemde olan biten her neyse, sonunda ona dönüşüyor insan.


Yıllar önce, “O şimdi asker canı neler ister, uykuda mevlam beni ona göster” diye bir şarkıyla ucundan kıyısından şöhret olmuş biri vardı. Hala varmış, öğrendim. Ankara’daki katliam sonrasında selfie çekip, tabii üzüntülü bir gün olduğu için siyah beyaz filtreliyor ve Cumhurbaşkanını mention bölümüne koyarak, Türkçesini benim düzelttiğim şu paylaşımda bulunuyor:


“Doğunun temiz insanları başka bölgelere yerleştirilsin. Doğuyu baştan yaratmak için bütün bölgelerin  bombalanması insan girilemez bölge ilan edilmesi gerekiyor. O zaman hangi toprak için ne yapacaklar, nerede barınacaklar görelim.”


Aptallıkla, ayrımcılıkla, haysiyetsizlikle, kötü kalple, çiğlikle açıklanamayacak kadar berbat bir örnek işte. Yine aynı noktaya geliyoruz: Vicdan dediğimiz anlatılabilecek, kavranması sağlanabilecek, bir insana sonradan enjekte edilebilecek bir kişilik özelliği değil. Tabii bir yandan da kibirle, öfkeyle, kendisinden hissetmediğine öteki diye bakmakla bir anda yerle bir olabilecek kadar kırılgan vicdan...


Mesela kalemi güçlü, çok genç yaşlardayken büyük gazetelerden birinde köşe sahibi olmuş, kitaplar yazan bir gazeteci var. Twitter tabiri ile söyleyeyim, “Duyar kasmak” eyleminin önde gelen isimlerinden biriydi her daim. 1 buçuk milyondan fazla takipçisi olan bir Twitter kullanıcısı şimdilerde. Ankara katliamının kanı kurumamışken, başka bir dile çevrilen kitabının tanıtımını, o kitapla birlikte çektiği Selfie’yi de ekleyerek, acıklı ifadeler eşliğinde duyurmakta tereddüt etmiyor. Tepkiler üzerine o paylaşımı sildikten sonra, reklam yapmadığını, sadece “Biz” de varız demek istediğini yazıyor. Twitter’ın aklı selim sahibi kullanıcılarından birinin “Esnaf odası başkanlığına tek adayımsınız.” içerikli yanıtı, ağır da olsa yerini buluyor. Olan biten her şeye hassasiyet gösterdiği iddiasını altını çize çize yansıtan birinin, dünyayı sadece kendi etrafında döndüren kibrine bir çizik atabiliyor mu bilemem.  


Aslında bu yazı, böyle olmayacaktı. Daha önce aldığım notlara göre şöyle devam edecekti:


“Çok mutlu aile fotoğrafınızı #tbt yaptın öyle mi?


Daha dün gece ayyaş babişkon tak fişi bitir işi yaparak annenin yıllardır devam eden baş ağrılarına yenilerini ekledi. Hayatında yemekten başka zevk olmadığı için çıkmadı mı 150 kiloya annen? Revani yapan kardeşin var ya, o daha 10 gün önce bileklerini kesti be! Ya sen? Sana ne demeli? Sen Bodrum uçağına biner binmez, o çok kıymetli zengin kocişinin kendi deyimiyle Rus klasiklerine dadandığını daha ne kadar bilmezden geleceksin?


Hiçbir estetiği olmayan bir kareye hapsettiğin o tatil kasabasında kanalizasyonun patladığını ve etrafın bok koktuğunu fotoğrafla gizleyebilirsin öyle değil mi?


Instagram’a  fotoğrafını koyduğun ıspanaklı kol  böreğinin 87 beğeni, 18 yorum alması çok mu önemli? O böreğin sindirim sisteminin son noktasına ulaşmadan önceki halini beğenmemi hatta gıpta etmemi mi istiyorsun içten içe? Eski zamanlarda olduğu gibi evinde gün düzenleyip, karbonhidrat tombulu arkadaşlarınla birlikte tıkınsaydın da, fotoğrafı değil böreğin tadını beğenip eline sağlık deselerdi daha iyi olmaz mıydı sence de?


‘Türkiye’de bir an önce demokratik kurallar işletilmeli, Cizre’deki şiddet derhal son bulmalı.’ Oldu canım profesörcüm. Sen doktor karını evire çevire, ağzını burnunu kırana kadar dövmüş adamsın. Bu konulara hiç girmesen mi acaba?


“Beren Saat’e hiçbir yapımcı iş vermemeli, solcu paylaşımları yüzünden kayınvalidesi bile onunla konuşmuyor.” diye Facebook’a engin görüşlerini yazan arkadaşı da es geçmemek lazım tabii. Kendi aklın belli ki sana yetmiyor. Biraz soluklan istersen. Bak, gazetelerin internet sitelerinde senin için yüzlerce çıplak kadından oluşan çok şahane foto galeriler var.  


Tamam yoksuluz, tamam gecelerimiz kısa, tamam dört nala sevişmemiz lazım. Buna kimin itirazı olabilir? Ama canım arkadaşım, biraz okusan, azıcık araştırsan öğreneceksin. O şiir Cemal Süreya’nın, Özdemir Asaf’ın değil ki...


Ya sana ne demeli? Facebook’ta paylaştığın 48 adet  el ele, göz göze, dip dibe sevgili fotoğrafının içinin ne kadar boş olduğunu anlatsam, altından kalkabilecek misin?

Arkadaşım geçmiş olsun. Zor bir dönem geçirmişsin. Çok acılar çekmişsin. Tamam, hepsine tamam da… İçinden çıkarılan tümörün fotoğrafının sosyal medyada  ne işi var? Kanlı, kırmızı et parçasını bizimle niye paylaştın?”


Yine kara bir yazı olacaktı. Mizah biraz daha öne çıkacaktı. Olamadı tabii. Yazı, kendisinden çıktı, başka bir yolda ilerlemek zorunda kaldı.


Dünya değişti. Hayat değişti. Hepimiz değiştik. Ruhen oldum olası kopuktuk. Sosyal medya, bu kopukluğun ayyuka çıkmasının en önemli araçlarından biri oldu sadece. Türkiyeli insanın bilgeliği, kucaklayıcı karakteri, birlikte yaşama arzusu, hoşgörüsü diye abartılarak anlatılanlar o romantik kitaplarda, dinlerken hala içimin titrediği türkülerde kaldı. O eski zamanlarda içimizde  iyiliğe güzelliğe ilişkin haslet var mıydı, artık ondan da emin değilim. “Bilgi kuvvettir.” diyene de bir çift lafım var: O işler her zaman öyle olmuyor işte! Yaşananları aklın çerçevesiyle anlamaya çalışmak, yorumlamak yetmiyor. Her ne olacaksa, ne yaşanacaksa, sıfır kilometre bir “sıfır” bulup değiştirmek için harekete geçmek, olabilecek her şeye, her duruma sıfırdan başlama gücünü toplamak gerekiyor. “Umut var mı?” diye sorarsanız sadece kendi adıma cevap verip, son dönemde ne yaptığımı anlatabilirim size.


Yüz yıldır kış soğuğu içinde, karlı bir sokağın köşesindeyim.
Ölenle ölmemişim, ölememişim de… Yalnızım, eksiğim, sakatım.
Yanımdan neşeyle gelip geçenler var. Kimi sıcacık evine gidiyor, kimi bu soğuğa rağmen gülüp oynuyor. Donmuşum, buz kesmişim. Çığlık atmaya çalışıyorum, sesimi duyuramıyorum.


İçimde kibrit çöpü gibi yana yana tükenen sözcükler var. Vasati kırk çöp.
İlkini yakıyorum.


Pırıl pırıl güneşli bir gün. Mavi yeşil bir dünya, hayattan koparıldı zannettiğim herkes orada. Kocaman mavi gözlü Veysel de, martı gibi kaşları olan Berkin de. Dünyaya şaşkın bakışlı tek fotoğrafını bırakıp giden pare pare Ceylan da, dondurucuda kaskatı kesilmiş Cemile de. Adlarını kalbime kazıdığım tüm çocuklar, gençler, kadınlar erkekler, hepsi orada. Herkesin birbirinin gözünün içine özenle, sevgiyle baktığı bir ülke. Bir lokmanın bile paylaşıldığı kocaman bir sofra, hep bir ağızdan, ama herkesin kendi dilinde şarkılar söylediği bir hayat. İyilik güzellik işte, çocukluğumdan bu yana hayal ettiğim düş dünya.


Bu düşü kaybedemem. Bu dünyayı kaybedemem. Kaybedemem.


Bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha, bir kibrit daha, bir kibrit daha…

Devlet dersinde öldürülen, dövülen, yaralanan tüm kardeşlerim için...


Fergün Atalay/13-14 Ekim2015-Ortaköy.