11 Nisan 2016 Pazartesi

YERYÜZÜNÜN ŞARK ÇIBANI


Düğünlerde sözlerine hiç dikkat etmeden o türküyle göbek attınız mı? Hadi yapmadınız diyelim. Mütebessim bir yüz ifadesiyle, abartılı jest ve mimiklerle o türküyü söyleyen türkücüyle tempo tuttunuz en azından. Belki bazen melodisiyle dilinize takıldı, gün boyu mırıldandınız türküyü. Tüm bunları yaparken de 15 yaşındaki bir çocuğa neden “Nazife Hanım” dendiğini hiç düşünmediniz. “15 yaşında da Nazife de hanıma doyum olur mu?” sözleri kulağınıza çalınırken, insanın kalbini paramparça etmesi gereken olaya kafa yormayıp, şen şakrak notalara bıraktınız kendinizi. 15 yaşında bir çocuğun, maalesef dilimize yerleşmiş tabiriyle “dağa kaldırılıp”, onlarca kişinin tecavüzüne uğramasına ve büyük ihtimalle öldürülmesine böyle tanıklık ettiniz. Bir dilin hücrelerine nüfuz eden çocuk tecavüzünün, bu toprakların türkülerinde de vücut bulmasının ne anlama geldiğini sorgulamadınız. Aklınıza bile gelmedi. Sustunuz.


Sonra ne mi oldu?


Türkünün sözlerinden devamla hepimizin yüzüne çarpayım: “15 yaşında da Nazife de hanıma yazık ettiler…”


Yazık ettiler... Yazık etmekten daha da fazlasını yaptılar…

Bu türkünün derlendiği yılların üstünden uzun zaman geçti. 15 yaşındaki Nazife’nin kaderi değişmedi. Ülke, çocuklara ağır travma yaşatanların hukuki ve siyasi olarak korunduğu zift karanlığındaydı. Öyle olmaya da devam etti.

Nazife bugünlerde yaşasa, diyelim ki o tecavüz  mahkemeye taşınsa ne olurdu diye düşündüğünde, kaldırabileceğinin üstünde ağır bir hakikatle karşı karşıya kalıveriyor insan.

Şimdi olsa, o taşra kentinin kerli ferli hakimi, 15 yaşındaki Nazife’nin tecavüzcülerini kurtarmanın tüm hukuki yollarını kullanırdı. Kızın kemik yaşı ‘adli tıp bilimi’ sayesinde 16 olarak hesaplanıp, çocuk tecavüzcülerinin cezası 21 yıldan 15 yıla düşürülürdü. Duruşmada takım elbise giyip kravat takan tecavüzcüler bir de iyi hal indirimi alıp, birkaç yıl sonra hayatlarına geri dönerlerdi. Duruşmada mağdur avukatı olaydan tecavüz diye bahsettiğinde, hukukun o soğuk dili mahkeme kayıtlarına ‘nitelikli cinsel istismar’ diye geçerdi. Tecavüzün haberini yapanlar, tecavüz edenlerden daha fazla bürokratik ve hukuki işkenceye maruz kalırdı.  

Nereden mi biliyorum? Daha o kadar yeni ki… Anadolu’nun turistik bir kentinde 15 yaşında bir kız çocuğunun davasında hakim böyle karar verdi. Siyasetten hukuka, toplumsal kabullerden geleneğe varana kadar her şey birleşti. Organize kötülük, bu ülkenin çocuklarına bunları reva gördü. Yıllar önce o türküde yetişkin kadın etkisi yaratmak için Nazife’ye ‘hanım’ diye seslenenler her kimse, çocuğun yaşını adli tıp aracılığıyla büyütüp cezayı küçültenler de onlar işte. Aramızdalar. Her zaman buradalardı.


Çok uzun zaman önce kitap kurdu bir çocuk olarak evde, kitaplıkta bulduğum bir kitabı karıştırıyordum. Babam, yaşımın bu öyküleri okumak için uygun olmadığını söyleyip kitabı elimden aldı. Çocuk merakı tabii, sakladığı yeri bulup, gizli gizli okudum kitabı. Kitabın adı Kara Vagon’du. İçinde “Güzel Çocuk” adlı bir öykü vardı. O öyküyü okuduğumda babamın kitabı neden benden sakladığını anladım. Tanrı'nın unuttuğu bir ilçede yaşıyorduk. Öykü de oralarda bir yerlerde geçiyordu zaten. Ağır, çok ağırdı. İhbarcı olduğu için öldürülen bir adamın çocuğuydu baş kahraman.

Kasabanın iki genci, batıdan gelmiş bir konuğu lağım akan  “Hayat Çayı” adlı su kenarına rakı içmeye götürüyor, 10-12 yaşlarında sarışın, çok güzel bir erkek çocuğu da onlara eşlik ediyordu. Çocuk tecavüze uğrarken kasılmasın diye zorla rakı içiren, cinsel açlıklarını, daha önce intikam için tecavüz edilmiş bir çocukla gidermeyi son derece olağan karşılayan iki kişi vardı öyküde. Tecavüz ederken “Bana abi deme!” diye çocuğu tersleyen, “Zaten herkes yapacak.” diye suça kılıf uyduran adamlardı bunlar. Devreye girmek için yanındakilerin tecavüzüne tanık olmayı bekleyen, dehşeti ancak iliklerine kadar hissettiğinde çocuğu "kurtaran" ve eline kan bulaşan “Batılı” konuk vardı bir de...


Çok sertti, vurucuydu. Bu topraklarda olup biteni bir çocuk olarak öğrenmenin, bunu da gizli gizli yapmanın yükü ağırdı. Zaten bir süre sonra da birlikte oyun oynadığım yaşıtım kız arkadaşlarımdan birinin tecavüze uğradığı ortaya çıktı. Çocuğun ailesi, manifaturacı, mal müdürü, imam, nalbur ve hacı bakkalın da bulunduğu 50 kişinin gözaltına alınıp, il merkezine gönderilmesi her şeyi daha net görmemi sağladı.


Söylentilerden anladıklarım da sarsıcıydı. Olaydan bütün ilçenin haberi vardı.Herkes susmuştu. Küçük kızın ailesinin de para aldığı için sessiz kaldığı konuşuluyordu.

Şimdi o günlere baktığımda, kötü bir şey dile getirilmediğinde olmamış varsaymanın konforuyla, önüne geçilemeyecek kadar azgınlaşmış kötülükle iş birliği yapma geleneğinin birleştiğini görüyorum. “Hayat başka, kitap başka!” denilerek kıymeti düşürülen bir yazarın o öyküleri nelere göğüs gererek yazdığını, bugünlerde daha iyi anlıyorum. Saçma sapan bir romantizmle, abartıla abartıla anlatılan Anadolu’nun hoşgörülü toprakları veya "Anadolu irfanı" masalını, kitapların ve hayatın öğrettikleri sayesinde erken yaşlardan bu yana dinlemiyorum. Ayağımı bastığım yerin ne olduğunu kavradığım günün dehşetini, son günlerde yeniden yeniden yeniden yaşıyorum: Karaman’la, Türkiye’nin dört bir yanından gelen çocuk tecavüzü haberleriyle.

Böylesine tahammülü güç bir hakikat karşısında ne yapmayacağımızı, o öyküyü okuduğum çocukluk günlerinden bu yana biliyorum.

Susamayız. Tecavüzü gördüğü halde çıkar elde ettiği için ses etmeyen ailelerden olamayız.

Duramayız. Olan biteni önce izleyip, sonra canını dişine taksa da, Bekir Yıldız’ın Güzel Çocuk öyküsündeki “Batılı” kahraman gibi çocuğu kucaklamak için yeni tecavüzleri bekleyemeyiz.

Kayıtsız kalamayız. Mahkemede çocuğun yaşını büyüterek cezayı indiren hakimin hukukuyla, adalete varamayız.

Kahrımızdan ölemeyiz. Yan yana durmamız gereken binlerce çocuğu, bu hayatta bir kez daha yalnız bırakamayız.

Bu sessizlik suikastına kapılıp gitmiş herkese, sustuğu için suçun ortağı olanlara, suçu şahsileştirerek örtmeye çalışanlara, siyasetçiye, vakıf yöneticisine, hakime, savcıya, avukata, gazeteciye, kanaat önderlerine, annelere, babalara, doktorlara, öğretmenlere gideceğiz. Gözlerinin içine baka baka, ciğerlerimizi dolduran tüm nefesle haykıracağız. “İki çift lafım var sana." diyeceğiz. “Dokunma artık çocuklarıma, evlatlarıma, kızıma, oğluma. Eğer onların kılına zarar gelirse, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, hiç düşünmeden yıkarım bu dünyayı başına!” diye çığlık atacağız.

Yakalarına yapışıp, yüzümüzü yüzlerine yaklaştırıp, “Bu ülkeyi yeryüzünün şark çıbanı yapmana, hepimizin yüzünde geçmeyecek yara izleri bırakmana  izin vermeyeceğim!” diye sesleneceğiz.

Acımızı, öfkemizi, dinmeyecek ağrılarımızı kalbimizin en mutena yerinde dirayetle saklayıp, son nefesimize kadar olan bitene isyan bayrağını sallamaya devam edeceğiz.


Kim bilir hangi gecenin karanlığında, hangi soğuk odalara minicik ellerinden tutulup, zorla sürüklenen o çocukların yarasına derman olabilmenin yollarını arayacağız. Yaralarının izi kalsa da acılarını dindirmek için elimizden ne gelirse yapacağız. Bu çocukların sesinin dünyadan silinmesine, öykülerinin yok sayılmasına izin vermeyeceğiz. Onları bekleyen zor yıllarda, biz yetişkinlere yeniden güvenebilmelerinin, hayatı bir yerinden tutup yeniden başlatabilmelerinin yollarını arayacağız.

Bingöl’de, Çorum’da, Antalya’da, Diyarbakır’da, Muğla’da, Trabzon’da, Van’da İstanbul’da, Karaman’da, kısacık hayatlarının en yalnız gecelerini yaşayan o çocukların yüzüne bakabilme gücünü ancak böyle toplayacağız.



Yeryüzünün neresinde olursa olsun, ağlaya ağlaya yara bere içinde uyuyakalmış bir çocuğun acısını, hiç kimsenin yanına bırakmayacağız…

Yapamaz mısınız? Olmaz mı?


Peki o zaman…
Kötülüğün iktidarını güçlendirin, yere batasıca ahlaksızlığın dilini konuştuğunuzun farkına bile varmayın. Güçlü olanın değil, zulme uğrayanın safında yer almanın vicdan meselesi olduğunu aklınızdan bile geçirmeyin

Pamuklara sararak büyüttüğünüz, bakmaya kıyamadığınız, uyurken nefes alıp verişini dinlediğiniz güzeller güzeli evladınızın da başına aynı şeylerin gelebileceğini hiç mi hiç düşünmeyin. Sevgiyi, şefkati, iyiliği sadece kendi çocuğuna vermenin yeterli olduğunu zanneden ruhsuz insanlardan biri olmaya devam edin.

Göklere çıkardığınız, kutsiyet atfettiğiniz düşük zihniyetin çocuk tecavüzünü dillere pelesenk ederek olağanlaştıran “Yurttan Sesler” korosunda yeriniz hazır artık. Buyrun ağzınızı doldura doldura söyleyin:

“O tepeden bu tepeye oyun olur mu? 15 yaşında da Nazife de hanıma doyum olur mu?”

Bu ülkenin bütün Nazifelerine,Yaşar Usta’ya, Karl Marx”a, Bekir Yıldız’a…

Fergün Atalay/11-12 Nisan 2016-Ortaköy

***Bu türküyü Şakir Öner Günhan tek kanallı TRT yıllarında sıklıkla söylerdi. Yazıda anlatılan da onun söylediği şeklidir. Şakir Öner Günhan, “15 yaşında da Nazife de hanım kimlere aldanmış?” ve “15 yaşında da Nazife de hanıma doyum olur mu?” diye seslendirir. Muzaffer Akgün aynı türküyü, “15 yaşında da Nazife de hanımı kimler aldatmış?” ve “15 yaşında da Nazife de hanıma oyun olur mu?” sözleriyle söyler. Türkünün iki söylenişi de üzücü elbette. Nazife birinde aldanıyor, diğerinde de oyuna geliyor. Çocuk sonuçta…