13 Haziran 2021 Pazar

KIYIYA VURMUŞ BALİNALAR



Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Eşyayı sadeleştirmek kolay oldu. Zaten pek de bir bağım yoktu. İşin zor kısmı kitaplardı. Bu küçücük evde çok yer kaplayan nesneler olarak hayatımı zora sokuyorlardı. Oturdum, kitaplar arasından vazgeçebileceklerimi aradım. Meşakkatli işti. Kitap aralarına iliştirilmiş yapışkan not kağıtları, altı çizili satırlar, anısı taze kuru çiçekler, eskimiş bir kavuşmanın hatırına ayraç olarak kullanılan uçak bileti, atmaya kıyamayıp karanlıklara hapsettiğim mektuplar… Başaramadım. Hiçbirinden vazgeçemedim. Nihayetinde bana bu satırları yazdıracak olan kitapla karşılaştım. 

Şimdi hayatta olmayan bir yazarın kitabıydı. Teşvikiye Camisi’nin karşısındaki eski İstanbul apartmanlarından birindeki ofisinde röportaj yaptığımızı hemen hatırladım. Kitap, o dönemin gündemini yakalamıştı. Çok tartışılıyordu. Güzel bir röportaj olmuştu. Pek çok ayrıntı hafızama geri döndü. Mesela onunla sohbetin hissettirdikleri, ofisin yüksek tavanları, pencereden gelen trafik gürültüsü, ezan okuyan hocanın içli sesi, tuhaf ama ikram ettiği çayın lezzeti. Kitabı röportaj öncesi okumuştum. Röportaja giderken de yanıma almıştım. Yıllar sonra vazgeçebileceğim bir kitap mı diye bakarken, hafızamdaki o boşlukla yüzleşiverdim: Kitap adıma imzalanmıştı: “Sevgili Fergün Atalay’a, Güney’in tatlı bir esintisini anımsayarak… Bir yaz akşam üstünü anımsatan gülümsemesi için…” 





İşte bu anlarda aslında zamanda yolculuk denen şeyin var olduğuna bir kez daha kanaat getiriyorum. Kalanı çorap söküğü gibi akın etti zihnime. Röportaj öncesindeki sohbetin tüm ayrıntıları, o gün giydiği kıyafet, tokalaştığımızda hissettiğim hafif terli eli, habere gittiğimiz kameramanın adı, apartmanın üçüncü katına tırmanırken hissettiğim rutubet kokusu ve daha binlerce çağrışım… Ama ne kitabın imzalandığı anlar vardı hafızamda ne de o sözler… 

Şubat ayıydı. 2001 yılıydı. Ben çok genç olduğum için 50’li yaşlarını süren yazarı çok yaşlı zannediyordum. Bir insanda bıraktığım izi algılayabilecek anlam dünyasına adım atamadığım gerçeğine dahi vakıf değildim. Oysa çok çarpıcı şifreler vardı. O gün İstanbul’da epey kar yağmıştı, hava çok soğuktu. Portakallı tarçınlı çayı da çok üşüdüğüm için ikram etmişti. Ama yazar o soğuğa rağmen Güney’de bir yaz akşam üstünde, tatlı bir esintiyi hissediyordu. Tetikleyeni bendim kuşkusuz. Ama hissettikleri bana yönelik miydi, emin değilim. Emin olma ihtimalim de sonsuzluğa karıştı zaten. İşte adıma imzalanmış o kitap, yıllar sonra yazarı artık hayatta değilken, bir balina gibi gelip vurdu kıyıya. Şimdi ben o balinayı ne hayata döndürebiliyorum ne de yerinden kıpırdatabiliyorum. Muhatabın duygu dünyasındaki izleri, onun ölümünden sonra öğrenmek ve taşımak hangi insan için zor olmaz ki? 

Tabii insan teselli arayışına da giriyor. ‘Bir insanın bıraktığı izler zaman içinde anlamını buluyor olabilir’ diyorum kendime. Benim “bir yaz akşam üstünü anımsatan gülümsemem” yazara o an o izi bıraktıysa, bana da 20 yıl sonra bununla karşılaşmanın izini bırakıyordur, kim bilir… İnsanın insana bıraktığı iz de bellek gibi değişen, yaşayan, dönüşen bir şeydir belki... Yazarda bıraktığım izlerin varlığı onunla birlikte öldü, ama bu onların var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yazarın bana 20 yıl önce bıraktıkları ise şimdi başlıyor. O kitap hem yazardan bana kalan izlerin delili hem de ben var oldukça yaşayacak bir hatıra artık.

Tabii sadece o kitap değil bana bu satırları yazdıran. Sabah gelen bir telefon sonrası kafamda çınlayıp duran bir görüntüyle baş başayım: 80 yaşında bir adamın taktığı boncuklu kadın bilekliği. Sol bileğindeydi. Biraz da sıkmış, hafif bir iz bırakmıştı. Lacivert bir ipe dizilmişti. Renkli boncuklar, altın sarısı metalik parçalar ve minik inciler vardı üstünde. Görebilen her göz, o bilekliğin bir hikayesinin olduğunu anlayabilirdi. Bilekliğin bir kadına ait olduğu belliydi. 

Almanya’daki hastanenin ağaçlarla çevrili bahçesinde, beyin kanaması geçiren eşinin iyileşmesini beklemişti. Günler süren bekleyişin sonrasında eşini kaybettiği anları anlatmıştı bana. 50 yıllık eşi son nefesini verince önce yüzünü öpmüş, sonra bilekliği çıkarıp kendisine takmıştı. Ertesi gün hastane yakınındaki mezarlığa giderken geçtikleri yeşil yolu, usul usul yağan yağmuru ve mezarlığın sessizliğini anlatmıştı. Eşinin yokluğunu, bir zamanlar onun bileğini saran o boncuklarla kabullenmeye çalışıyordu. Eşinin bu dünyada bir zamanlar var olduğunu, bilekliği üstünde taşıyarak hafızasına kazıyordu. Ben gözlerimi bileklikten alamazken şöyle demişti: Ben artık ona kavuşmak için gün sayıyorum. Yanında mezar yeri aldım. Oğluma vasiyet ettim, beni de bu bileklikle gömecekler… 

Telefonun ucundaki ses Murat Bey’i kaybettik derken, benim aklımdan geçen tek şey o bileklikti. Almanya’da eşinin yanında, kolunda o bileklikle uzanıyor artık Murat Bey. Yaşadığım evin sahibiydi. Bana bıraktığı iz, bir bileklikten çok daha fazlası… 

Böyle anlarda aklımın içinde dönüp duran bir şiir var. Lale Müldür’ün Saatler Geyikler şiiri.

"Bazen ama bazen bir insanla bir şey olur 
Kısa süren bir şey 
İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi 
Bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz” 

Bazen iki geyik sıçrayıp havada öpüşüyor ve o an çok şey oluyor: Bir yazarın gözden kaçırılmış sözleri 20 yıl sonra, bir iz olarak vücut buluyor. Yıllar önce ölmüş bir kadının bilekliği, Berlin’de bir mezarlıkta eşiyle birlikte yanına defnediliyor. Bazen de geyikler gecenin bir yarısı türkü olup, içindeki karanlık ormanda koşuşuyor. 

Memleketim, ruhumun payitahtı Diyarbekir’in türküsüydü Geyik Avı. Çağlar Fidan türküyü olması gerektiği gibi ağırbaşlı bir kederle seslendiriyordu. Hali tavrı çok zarifti. Öyle bir söylüyordu ki, avcıların peşine düştüğü bir geyiğin bakışlarındaki acıyı hissedebiliyordunuz. Hafızamdan kesik kesik görüntüler geçiyordu. Göğüs kafesimde içtiğim suyu bile yudumlatmayan bir sıkışma vardı. Nedenini anlayamıyordum, kalbimden vurulmuş gibiydim. Bir yere varacaktım, yolu anımsayamıyordum. 




Sonunda türkünün yolu, dedemin Sur’daki evinde saz çalıp türkü söyleyen amcama, onu hayranlıkla izleyen 8-9 yaşlarındaki küçük kıza, bana kadar vardı. Diyarbekir’in çok sıcak yaz akşamlarından biriydi. Amcam yine içki içip kavga etmişti, yüzü gözü morluklar içindeydi. Ellerinde irili ufaklı kesikler vardı. “Ben bu dünyayı sevmiyorum” diye ağladıktan sonra almıştı sazı eline. O akşam söylediği türkü buydu. Yıllar sonra tekrar duyduğum o türküden bana kederli gözlerle bakan bir geyik değil, aslında amcamdı. 

Oysa ne dedem var artık ne de Sur’daki evi. Dedem öldü, ev yıkıldı. Amcam ise dünyaya isyan bayrağını çekip gideli uzun yıllar oldu… Ama izler hep yerli yerindeymiş… Öyleymiş… Hafızamda öylece duruyormuş… 

Bu sabah rüyamdan, belki de kabusumdan insan insanın çölüdür cümlesini duyarak uyandım. Klişe bazen iyidir; anlatmayı, anlamayı kolaylaştırır ama ben pek sevmem kesin yargı bildiren bu cümleleri. Ama karşıt cümleleri de maalesef benzer kesinlikte kurmak gerekiyor. Yazının cilvesi işte: İnsan her zaman insanın çölü değildir. İnsan her zaman insanın izi değildir. İnsan insanın her zaman bir şeyi de değildir. 

Ama silinmemiş, silinmeyen, zamanını bekleyen izler vardır elbette. Bazen bir kitabın sayfalarında kıyıya vuran bir balina, bazen bir bileklik, bazen de bir geyik… 


12-13 Haziran 2021- ORTAKÖY


Yazara hissettiğim gönül borcuna, Murat Bey'in eşinin bilekliğine, Lale Müldür'e, amcamın bir türlü sevemediği dünyaya, Çağlar Fidan'ın beni yıllar öncesine götüren o güzel sesine, gidenin de kalanın da bıraktığı izlere...