14 Ekim 2015 Çarşamba

VASATİ 40 ÇÖP


Derdiniz mi çok?


Canından can koparılan insanlardan da mı çok?


Şimdi sosyal medyadaki sayfalarınızı geceden siyah bir kareyle doldurdunuz da görevinizi mi yaptınız?


Şen şakrak, içi boş fotoğrafları, incir çekirdeğini doldurmaz yorumlarınızı bir süre durdurunca gönlünüz ferahladı mı?


Galiz küfürler edince geçti mi?


Olan bitene kayıtsız kalmadığınızı sosyal medyada göstermenin şovu, utancınızı yendi mi?


Daha soru sorayım mı?


Sormayayım tabii.


Aslında bu yazı, daha bir hafta önce aldığım notlara göre şöyle başlayacaktı:


“Tıka basa, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yemişsiniz. Anneniz dünyanın en güzel yaprak sarmasını, kardeşiniz sizin sevdiğiniz revaniyi hazırlamış. Haylaz babişkonuz, annenizin cilveli itirazına rağmen rakıları yuvarlamış o gün yine. Gülünce gözleri o yüzden çizgi gibi olmuş yazdığınıza göre. Bodrum’daki yazlığınızın kahverengi tuvalet seramikleriyle kaplanmış, onca filtreye rağmen çirkinliği gizlenememiş  beton terasındasınız maaile. Arkanızda, mezar taşlarını andıran sıra sıra yazlık evlerin arasında, mendil kadar bir deniz manzarası var. Fotoğraflara ve altındaki yorumlara bakılırsa pek de mutlusunuz, prenses, pardon premses gibi hissediyorsunuz o gün: Ulu manitu mutluluğunuzu daim etsin aşkitellam. Sofranızdan Halil İbrahim bereketi eksik olmasın, rabbim ayırmasın! En kötü gününüz böyle olsun güzeller güzeli. Çok güzelsin premsesim, Allah bugününüzü aratmasın...”


Başlayamadı tabii. Ölümlerden ölüm, zulümlerden zulüm beğen ülkesi ömrümüzün üstüne, sıra sıra 99 kişilik toplu mezarla çöktü…


Uzun zamandır siz-biz olarak ayrıldığımızı, hatta birkaç adım daha eskiye gideyim, aslında hiçbir zaman yan yana duramadığımızı söylemekle başlayayım işe. Zaman zaman kimliği farklılaşan öfkeli bir ağabeyin, kardeş dediklerine her türlü zulmü reva gördüğü, etle tırnak benzetmesinin olası bir ayrılığı halinde koparılıp atılacak tırnak olmanın “öteki”ye, yani bana, yani size vehmedildiği bir dünyanın içine fırlatıldık ne de olsa.


Şimdi bu yüz yıllık gerçeği kabul etmenin zorluğundan olsa gerek, gündelik hayatta ve sosyal medyada son dönemde sık sık yüz yüze kaldığımız ırkçılığı, ayrımcılığı  dert eden bir avuç insan şaşkın ve üzgünüz. Ölüm acısının siyasi, etnik ve dini çerçevede şekillenmesinin ve ifade edilmesinin, en azından vicdani gelişimini tamamlayamamış insanlar için  kaçınılmaz sonuç olduğunu içten içe biliyoruz. Bildiklerimizin ölümlerle üstümüze boca edilmesine, siyasetin malzemesi olmasına, ana dilimizin hücrelerine kadar sinmesine, katilin maktulün kimliğine göre tanımlanmasına tahammül gücümüz kalmadı sadece.  


Ölenlerin kimliklerine bakarak, tam manasıyla taraf tutma saikiyle içindeki kederi veya arsız sevinci sosyal medya marifetiyle ortaya saçmanın birbirinden farkı yok aslında. Bugün 15 yaşında, batılı, kendisini Türk ve müslüman olarak tanımlayan bir kız çocuğu, kendisinden hissetmediği ölülerin ardından yaşadığı “Mutluluğu” olabilecek en net sözcüklerle ifade ediyor Twitter’da. Kendisi gibi yazan binlerce kişiyi gördüğünde, verdiği tepkinin doğru olduğundan bir an bile şüphe duymuyor, duymayacak elbette.  Akıl çerçevesinden bakılınca olan bitenin garipsenecek bir yönü yok. Ama işte, incinen, bir daha yeşeremeyecek kadar kökünden kopan yerler oluyor içimizde. Öyle bir noktaya geliyor ki insan, 2011 Van depreminde Twitter’a “Deprem Van’da, Kürtler öldü ama valla üzüldüm lan.” yazan ayrımcılıkta bile bir nebze şefkat olduğunu düşünüp, ‘hiç değilse bu noktada kalsalardı’ diye aklından geçirebiliyor.


O çok takipçili fenomenler, şov dünyasının somut şöhretlere sahip ünlüleri de tel tel dökülüyor böyle durumlarda. Doğaldır, olabilir. Olağan zamanlarda sosyal medyaya aşk, seks, ilişkiler, gündelik hayat üzerine adrese teslim net tespitler yazan fenomenin veya rol aldığı filmi, söylediği şarkıyı anlatan, ara sıra avanak hayranlara laf yetiştiren bir şöhretin böylesi ağır konularda akılla, duyguyla  yola çıkması kolay değil. Nereden, nasıl sözcükler bulunur da, içinde olmayan bir insana vicdan anlatılır bilemiyorum. Sezgiyle şunu söyleyebilirim sadece: 0-3 yaş arasında her ne yaşanıyorsa, her ne oluyorsa, o dönemde olan biten her neyse, sonunda ona dönüşüyor insan.


Yıllar önce, “O şimdi asker canı neler ister, uykuda mevlam beni ona göster” diye bir şarkıyla ucundan kıyısından şöhret olmuş biri vardı. Hala varmış, öğrendim. Ankara’daki katliam sonrasında selfie çekip, tabii üzüntülü bir gün olduğu için siyah beyaz filtreliyor ve Cumhurbaşkanını mention bölümüne koyarak, Türkçesini benim düzelttiğim şu paylaşımda bulunuyor:


“Doğunun temiz insanları başka bölgelere yerleştirilsin. Doğuyu baştan yaratmak için bütün bölgelerin  bombalanması insan girilemez bölge ilan edilmesi gerekiyor. O zaman hangi toprak için ne yapacaklar, nerede barınacaklar görelim.”


Aptallıkla, ayrımcılıkla, haysiyetsizlikle, kötü kalple, çiğlikle açıklanamayacak kadar berbat bir örnek işte. Yine aynı noktaya geliyoruz: Vicdan dediğimiz anlatılabilecek, kavranması sağlanabilecek, bir insana sonradan enjekte edilebilecek bir kişilik özelliği değil. Tabii bir yandan da kibirle, öfkeyle, kendisinden hissetmediğine öteki diye bakmakla bir anda yerle bir olabilecek kadar kırılgan vicdan...


Mesela kalemi güçlü, çok genç yaşlardayken büyük gazetelerden birinde köşe sahibi olmuş, kitaplar yazan bir gazeteci var. Twitter tabiri ile söyleyeyim, “Duyar kasmak” eyleminin önde gelen isimlerinden biriydi her daim. 1 buçuk milyondan fazla takipçisi olan bir Twitter kullanıcısı şimdilerde. Ankara katliamının kanı kurumamışken, başka bir dile çevrilen kitabının tanıtımını, o kitapla birlikte çektiği Selfie’yi de ekleyerek, acıklı ifadeler eşliğinde duyurmakta tereddüt etmiyor. Tepkiler üzerine o paylaşımı sildikten sonra, reklam yapmadığını, sadece “Biz” de varız demek istediğini yazıyor. Twitter’ın aklı selim sahibi kullanıcılarından birinin “Esnaf odası başkanlığına tek adayımsınız.” içerikli yanıtı, ağır da olsa yerini buluyor. Olan biten her şeye hassasiyet gösterdiği iddiasını altını çize çize yansıtan birinin, dünyayı sadece kendi etrafında döndüren kibrine bir çizik atabiliyor mu bilemem.  


Aslında bu yazı, böyle olmayacaktı. Daha önce aldığım notlara göre şöyle devam edecekti:


“Çok mutlu aile fotoğrafınızı #tbt yaptın öyle mi?


Daha dün gece ayyaş babişkon tak fişi bitir işi yaparak annenin yıllardır devam eden baş ağrılarına yenilerini ekledi. Hayatında yemekten başka zevk olmadığı için çıkmadı mı 150 kiloya annen? Revani yapan kardeşin var ya, o daha 10 gün önce bileklerini kesti be! Ya sen? Sana ne demeli? Sen Bodrum uçağına biner binmez, o çok kıymetli zengin kocişinin kendi deyimiyle Rus klasiklerine dadandığını daha ne kadar bilmezden geleceksin?


Hiçbir estetiği olmayan bir kareye hapsettiğin o tatil kasabasında kanalizasyonun patladığını ve etrafın bok koktuğunu fotoğrafla gizleyebilirsin öyle değil mi?


Instagram’a  fotoğrafını koyduğun ıspanaklı kol  böreğinin 87 beğeni, 18 yorum alması çok mu önemli? O böreğin sindirim sisteminin son noktasına ulaşmadan önceki halini beğenmemi hatta gıpta etmemi mi istiyorsun içten içe? Eski zamanlarda olduğu gibi evinde gün düzenleyip, karbonhidrat tombulu arkadaşlarınla birlikte tıkınsaydın da, fotoğrafı değil böreğin tadını beğenip eline sağlık deselerdi daha iyi olmaz mıydı sence de?


‘Türkiye’de bir an önce demokratik kurallar işletilmeli, Cizre’deki şiddet derhal son bulmalı.’ Oldu canım profesörcüm. Sen doktor karını evire çevire, ağzını burnunu kırana kadar dövmüş adamsın. Bu konulara hiç girmesen mi acaba?


“Beren Saat’e hiçbir yapımcı iş vermemeli, solcu paylaşımları yüzünden kayınvalidesi bile onunla konuşmuyor.” diye Facebook’a engin görüşlerini yazan arkadaşı da es geçmemek lazım tabii. Kendi aklın belli ki sana yetmiyor. Biraz soluklan istersen. Bak, gazetelerin internet sitelerinde senin için yüzlerce çıplak kadından oluşan çok şahane foto galeriler var.  


Tamam yoksuluz, tamam gecelerimiz kısa, tamam dört nala sevişmemiz lazım. Buna kimin itirazı olabilir? Ama canım arkadaşım, biraz okusan, azıcık araştırsan öğreneceksin. O şiir Cemal Süreya’nın, Özdemir Asaf’ın değil ki...


Ya sana ne demeli? Facebook’ta paylaştığın 48 adet  el ele, göz göze, dip dibe sevgili fotoğrafının içinin ne kadar boş olduğunu anlatsam, altından kalkabilecek misin?

Arkadaşım geçmiş olsun. Zor bir dönem geçirmişsin. Çok acılar çekmişsin. Tamam, hepsine tamam da… İçinden çıkarılan tümörün fotoğrafının sosyal medyada  ne işi var? Kanlı, kırmızı et parçasını bizimle niye paylaştın?”


Yine kara bir yazı olacaktı. Mizah biraz daha öne çıkacaktı. Olamadı tabii. Yazı, kendisinden çıktı, başka bir yolda ilerlemek zorunda kaldı.


Dünya değişti. Hayat değişti. Hepimiz değiştik. Ruhen oldum olası kopuktuk. Sosyal medya, bu kopukluğun ayyuka çıkmasının en önemli araçlarından biri oldu sadece. Türkiyeli insanın bilgeliği, kucaklayıcı karakteri, birlikte yaşama arzusu, hoşgörüsü diye abartılarak anlatılanlar o romantik kitaplarda, dinlerken hala içimin titrediği türkülerde kaldı. O eski zamanlarda içimizde  iyiliğe güzelliğe ilişkin haslet var mıydı, artık ondan da emin değilim. “Bilgi kuvvettir.” diyene de bir çift lafım var: O işler her zaman öyle olmuyor işte! Yaşananları aklın çerçevesiyle anlamaya çalışmak, yorumlamak yetmiyor. Her ne olacaksa, ne yaşanacaksa, sıfır kilometre bir “sıfır” bulup değiştirmek için harekete geçmek, olabilecek her şeye, her duruma sıfırdan başlama gücünü toplamak gerekiyor. “Umut var mı?” diye sorarsanız sadece kendi adıma cevap verip, son dönemde ne yaptığımı anlatabilirim size.


Yüz yıldır kış soğuğu içinde, karlı bir sokağın köşesindeyim.
Ölenle ölmemişim, ölememişim de… Yalnızım, eksiğim, sakatım.
Yanımdan neşeyle gelip geçenler var. Kimi sıcacık evine gidiyor, kimi bu soğuğa rağmen gülüp oynuyor. Donmuşum, buz kesmişim. Çığlık atmaya çalışıyorum, sesimi duyuramıyorum.


İçimde kibrit çöpü gibi yana yana tükenen sözcükler var. Vasati kırk çöp.
İlkini yakıyorum.


Pırıl pırıl güneşli bir gün. Mavi yeşil bir dünya, hayattan koparıldı zannettiğim herkes orada. Kocaman mavi gözlü Veysel de, martı gibi kaşları olan Berkin de. Dünyaya şaşkın bakışlı tek fotoğrafını bırakıp giden pare pare Ceylan da, dondurucuda kaskatı kesilmiş Cemile de. Adlarını kalbime kazıdığım tüm çocuklar, gençler, kadınlar erkekler, hepsi orada. Herkesin birbirinin gözünün içine özenle, sevgiyle baktığı bir ülke. Bir lokmanın bile paylaşıldığı kocaman bir sofra, hep bir ağızdan, ama herkesin kendi dilinde şarkılar söylediği bir hayat. İyilik güzellik işte, çocukluğumdan bu yana hayal ettiğim düş dünya.


Bu düşü kaybedemem. Bu dünyayı kaybedemem. Kaybedemem.


Bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha, bir kibrit daha, bir kibrit daha…

Devlet dersinde öldürülen, dövülen, yaralanan tüm kardeşlerim için...


Fergün Atalay/13-14 Ekim2015-Ortaköy.


9 Ağustos 2015 Pazar

BU DA GELİR, BU DA GEÇER...


Bir zamanlar fırtınalar estirirdiniz. Saatlerce koşardınız. Oldum olası güzeldi bedeniniz. İtiraf edin, beğenen bakışlara da tutkundunuz. Ağrı Dağı’nın zirvesindeydi gözünüz. Her yere yetişir, hiçbir şeye geç kalmazdınız. İyi bir işiniz, size eşlik eden yol arkadaşınız vardı. Gündelik dertler oluyordu ama dolu dolu yaşamak da sizden sorulurdu. Dünya emrinize amadeydi. Hem zaten süper kahramandınız siz.

Şimdi bunların hepsi uçtu, gitti.

Hastasınız.

Çok hastasınız.

Bir anda başınıza gelmiş de olabilir, yıllar öncesinden kalan izler tepenize hastalık olarak çökmüş de olabilir.

Freud “Anatomi kaderdir” dediğinde tam olarak ne anlatmak istedi, uzmanlar açıklasın. Ben 10 yıl deneyimli bir hasta olarak size şunu söyleyebilirim. ”Anatomi kederdir” diyeceğiniz günler başladı bile.

Kendi bedeninize hayal kırıklığıyla, hayretle, üzüntüyle bakacaksınız bir süre. Bir zamanlar yaptığınızı bile fark etmediğiniz en küçük hareket zor gelmeye başlayacak. Hatta canınızı yakacak: Mesela sağ bacağınızı pantolonun paçasından geçiremediğiniz için lapa lapa kar yağarken şortla hastaneye gideceksiniz. Mesela alt kattaki markete asansörle inebilseniz de, kapısından adım atabilecek gücü bulamayacaksınız. Mesela dört adım mesafedeki mutfağa gidip su içmek için, yazı yazarken oturduğunuz koltuğu tekerlekli sandalye olarak kullanacaksınız. Mesela artık ellerinizi hissetmediğiniz için düğmelerini kapatamadığınız gömlekleri giymekten tamamen vazgeçeceksiniz.  Mesela artık aynaya baktığınızda sağlık fışkıran kendinizi değil sizin olmaktan çıkmış, kırık dökük, iyiden iyiye zayıflamış bir beden göreceksiniz.

Gerçekliğin duvarına tosladınız!

Gerçekliğin duvarına hoş geldiniz!

Yıllarca dizginleyemediğiniz kibir bir anda tuzla buz oldu! Hastalanabilir, hatta ölebilir bir canlı olduğunuz gerçeğini hanidir unutmuştunuz. Hayat sizi hizaya getirmenin yolunu, bedensel travmayla başınıza vura vura öğretmeye geldi!

Bana da böyle oldu çünkü.

Uzun uzun başıma ne geldiğini anlatmayacağım. 10 yıllık hastalık sürecinde 2 omurga ameliyatı geçirdiğimi, içimde sayısını unuttuğum kadar vida ve protez olduğunu, sezgilerim beni yanıltmıyorsa-ki bu konuda hiç yanıltmadı- hiç de uzak olmayan günün birinde beni bir ameliyatın daha beklediğini söylemekle yetineceğim.  O zor günlerde ihtiyacını duyduğum ama bulamadığım bir tek şey vardı: İstiyordum ki bu yollardan geçmiş biri yanıma gelsin, “ Bu da gelir, bu da geçer. Bazen de geçmez. Kolay değil.” desin,  ağrıyan yerinizi öğrendiğinde dert paylaştığını zanneden insanlar kadar kolaycı olmasın…

O zaman hadi başlayalım.

Sağlıklı bir hayat sürerken birden hasta olmak, yabancısı olduğunuz ağrılara dayanmayı öğrenmek ve bu konuda kabul makamına gelmek kolay iş değil. Sizi seven insanların davranış kalıpları da kabullenmeyi zorlaştırır bazen. Bir de şu var tabii, hasta olduğunuz zaman bedeniniz kamu malına dönüşür, herkes sizin üzerinizde hak sahibi olur. Sandalyeyi kaldırdığım için annemden, şişko kedimi kucağıma aldığım için kardeşimden, yemek yiyemediğim için arkadaşımdan, sigara içtiğim için doktordan fırça yemişliğim var. Boş verin, hasta da olsa o sizin bedeniniz. Her söyleneni dikkate almayın.

Şu kibiri üzerinizden atın artık. “Neden ben?” sorusu korkunç bir noktadır. Siz kimsiniz ki bu soruyu sorabiliyorsunuz? Diğer hastalardan bir fazlanız olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa hala özel biri olduğunuz safsatasına mı inanıyorsunuz? Çocukluğum bu tür bir yaklaşımla hayatı kendisine ve çevresine zindan eden insanlarla geçtiği için başıma ne gelirse gelsin “Neden ben?” diye sormamaya yeminliydim zaten. Ara ara zihnimi hafifçe yoklasa da, hatta hastalanmam için suçlayabileceğim iki polis olsa da yapmadım bunu. Dedim ki kendime ve bu cümlede de bir nebze kibir olduğu bilgisinin farkında olarak: Başına gelen hiçbir şey için neden ben diye sormayacak tevazuya ulaşmış birinin ara sıra yorulmaya hakkı var. Ve bir de,  Farsça ’da hasta ne demek biliyor musunuz? Yorgun demek. Ara sıra yorulun tabii. Bu sizin en doğal hakkınız.

Hastalığınızın size verilmiş bir armağan olduğunu düşünmek sakat bir durumdur, Tanrı’nın sizi böyle cezalandırdığı kanısına kapılmak da. Tamam, değerli bir şeyi kaybetmek ve bunun getirdiği değişimi algılayabilmek insanı ilim irfan sahibi yapar, bu doğru da, hastalıktan özel bir kimlik yaratmak da eksiltir.  Tanrı’ya gelince… O kadarını pek bilemem ama işlediğimiz günahlar için kuyumuzu kazmayacak kadar şefkatlidir bence… Yani… Sanırım… Galiba...

Tabii ki aileniz, arkadaşlarınız yanınızda. Ama yalnızsınız. Denize, ormana, kedilere, çiçeklere, bahçedeki ceviz ağacına konan kuşlara baktığınızda, artık hiçbir şey göremeyecek kadar kederli olduğunuzu kimseye anlatamazsınız. Ağzınızda büyüyen lokmaları, yemek yiyebilmek için verdiğiniz olağanüstü mücadeleyi dile getirecek sözcükleri zaten siz de bulamazsınız. Ağrılarınızı anlatabilirsiniz, ıstırabınızı asla. Yalnızsınız.

Uzun hastane dönemleriniz olacak. Çok sayıda tetkik yapılacak. Bıkacaksınız. MRI cihazında geçirdiğiniz saatlerde “Keşke ölüp gitsem.” bile diyeceksiniz. Omurganıza iğnelerle girip ilaç verdiklerinde o cihazları icat edenden, o tetkiki yapan doktora kadar küfredeceksiniz.  Ama takılmayın. Güneşli bir yaz gününde, o cihazdan çıkacaksınız ve hastane yakınında bir kafede otururken, “BMW MİZ YOK AMA UÇAĞMIZ BONZAİ” diye bir duvar yazısı görüp gülümseyeceksiniz. Yanı başınızda size sevgiyle, özenle bakan bir çift dost göze, yine şükredeceksiniz. Eve döndüğünüzde uzun zamandır küskün beyaz sardunyanın tomurcuklandığını fark edip mutlu olacaksınız. O gece bir yaz yağmuru mevsimine inat şiddetle yağdığında, yasemin kokuları hasta yatağınıza kadar ulaşacak mesela. Rastgele açtığınız bir kitaptan “Başımıza gelen bütün bu şeyler, dünyada olmamaktan daha iyi.” diyen bir şairin sesi yükselecek. Üst katta oturan gençlerin açtığı müziğe kulak kabarttığınızda “My body is a cage.” cümlesini duyup, “Tanrım, nasıl bir mizah anlayışınız var sizin?” diye tebessüm edeceksiniz. Oluyor bunlar, olacak hep...

Zor dönemler dostun düşmanın netleştiği dönemlerdir. Hayatın size yaptığı bu kıyağı iyi değerlendirin. Ama zordur da aynı zamanda. Mesela sevdiceğiniz, hasta biriyle olmaktan yorulduğunu haykırıverir günün birinde. Siz yürüyemez haldeyken üzerinize kapatılan bir kapının dünyaya yaydığı o metalik ses silinmez hafızanızdan. Olur bunlar. İçinizde yeşil kalmaya direnen o yer var ya, gün gelir çözer hepsini. Hiçbir hatanın af makamı olmadığınızı bilmenin huzuru er geç gelir içinize. Olur böyle. Her yaranın izi kalır, ağrısı geçer sonunda…

Bu dönemde o çok kıymetli işiniz de yalan dolan olacak tabii. Sık sık rapor verecekler ve bundan dolayı kendinizi iyiden iyiye eksik hissedeceksiniz. Kaybettiğiniz sağlığın son kırıntısına kadar, inatla işe gitmeye devam edeceksiniz. Ve sonunda iş yerinde hastalanıp, hastaneye kaldırılacaksınız. Yapmayın bunu. Tabii burada da insan faktörü devrede. Hasta olduğunuz için suçluluk hissettirilmeyen bir yerde çalışıyorsanız işler bir nebze daha kolay.

Evde uzun zamanlar geçireceksiniz. Çalışırken nasıl geçtiğini anlamadığınız gün, uzadıkça uzayacak evdeyken. Okumak, yazmak, internet sıkacak bir süre sonra ama televizyondan uzak durun derim. Aksi halde bir gün kendinizi ev yenileme programını izlerken ve “Ama bu ev bir atın ürogenital sistemine konmuş kelebek gibi oldu” diye aklınızdan geçirirken bulursunuz. Evlilik programındaki karakterlerin isimlerini öğrendiyseniz, bittiniz. Bulamaç gibi bir zihniniz var artık, güle güle kullanın.

Dilerim bir “Attention Whore” değilsinizdir. Eğer öyleyse yakın çevrenize acımaktan başka bir şey gelmez elimden. Kolunuza takılmış serumu ve hasta bilekliğini filtreleyip İnstagram'a yükler, yüzlerce "Like" 5-10 tane yorum alırsınız. Facebook'ta durumunuzun ne kadar zor olduğunu ağlak ifadelerle yazar, sağlıklı zamanlarınızda ziyaretine gitmediğiniz İkbal Hala'nızın "Yavrum, nazar var sende." yorumuna bile muhtaç olursunuz. Aynı fotoğrafları farklı sözcüklerle süsleyip Twitter'a koyar, hiç tanımadığınız insanlardan gelen saçma bildirimlerle avunmaya çalışırsınız. İlgi budalası yerine birebir çeviriyi tercih ederim, eğer bir ilgi orospusuysanız hastalık sizin için bulunmaz fırsat, çevreniz için kâbustur. Bedensel travma bile bu yönünüzü törpüleyemediyse, sizin için tıp çaresiz, bilesiniz.

Sayısız doktor olacak hayatınızda. Hastalığınızın ne olduğuna bağlı olarak çok sayıda uzman muayene edecek sizi. Şanslıysanız, tamamen tesadüfle en iyisine rastladıysanız, hele bir de aranızda güçlü bir bağ oluştuysa güven problemi yaşamaz, ikinci görüş almak için tırmalamazsınız. Sizi görebilen, bedeninize tamir edilmesi gereken bir makine muamelesi yapmayan, içinde bulunduğunuz durumun ruh halinize yansımalarını algılayabilen bir doktorun varlığına binlerce kez şükredersiniz.

 Bu dönemde hastalığınızla ilgili tıbbi terimleri, bir intern doktordan daha iyi bilir hale geleceksiniz.  Doktorunuz asistanlarıyla “T10 L2 arasına bilateral pedikül vidaları koyalım, harms cage T11 T12 seviyesine konulsun” diye konuştuğunda size ameliyatta ne yapılacağını aşağı yukarı anlayacaksınız. Korkabilirsiniz. Korkmayın diyemem. Olur öyle.  

Sıklıkla Dr. Google’a başvuracaksınız. Tıbbi terimlere hâkim olduğunuz için yabancı kaynakları da okuyup anlayacaksınız. Merak tabii, yapmayın diyemem. Ama uzak dursanız iyi olur. Ameliyat videolarına ise asla bulaşmayın. Ben ettim siz etmeyin!

Moral iğnesini falan boş verin, ameliyathaneye ayık gitmeyi tercih edin. Hasta odasından ameliyathaneye doğru ilerlerken, pencereden görünen gökyüzüne, “Bu son olabilir.” duygusuyla bakabilmenin kabulünden gelen hayat bilgisini, iliklerinize kadar çekin. O an üzerinize inen sükûnetin farkına varın. Ameliyathanede, eğer haliniz varsa, birkaç dakika sonra uyuyacağınız masaya kendiniz yatın. Teslimiyetteki gücü keşfedin.

Aileniz ve arkadaşlarınız için de zor bir dönemdir bu. Hastaya nasıl davranacaklarını şaşıran, mevcut durumu kabul etmekte zorlanan insanlar onlar da sonuçta. Sizi ne kadar üzdüklerini fark etmeden konuşacaklar bazen.  Mesela siz ağrılar içinde, kollarınızda serum, sırtınızı boydan boya kat eden bir yara ve göğsünüzde açtıkları kocaman bir oyuktan çıkan hortumla uğraşırken ziyaretinize gelen biri,  “Allah da seni bu hastalıkla imtihan ediyor” diyecek. Küfretmek isteyeceksiniz biliyorum. Ama yapmayın. İlla ki yanıt vermek istiyorsanız, “Tanrı benim imtihan sorularımı sana mı söyledi hıyar?” deyin.  Veya “Sen her imtihandan geçtin de mi bana bunu söylüyorsun hödük?”  Ama bence kalp kırmayın. Onlar sizi kırsa da yapmayın.


Bir de “Haline Şükretçi” hasta yakınları olacak. Sizden daha kötü durumda binlerce örneği nefes bile almadan anlatıp, şikâyetçi olmamanızı telkin edecekler. “Kamile Abla’nın küçük gelininin abisinin gencecik yaşında tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğu” hikâyesinden umut çıkarmanızı bekleyecekler. Bu noktada hiç tereddüt etmeyin, “Ben başkalarının zor durumlarından yaşama sevinci duyabilecek kadar kötü bir insan mıyım, öyle biri miyim ben?” diye yapıştırın cevabı.

Ailenizin tanıdığı birileri gelip, ameliyat sonrasında sigara, soğan, kolonya kokulu elleriyle saçınızı başınızı okşayacak. Haliniz varsa direnin, yoksa çaresi yok. Aile dostu olarak, hastaya göstermeleri gereken şefkatin şovu mutlaka yapılacak. Kaçamazsınız.

Her konuyu kendilerine getiren, rol çalan insanlar olacak çevrenizde. Siz korkunç acılar içinde yatarken, regl ağrısı yüzünden üç gündür çile çektiğini söyleyecek bir kadın. Dizlerinin çok ağrıdığını hasta yatağındaki size anlatmaktan hiç çekinmeyen, odaya giren hemşireye tansiyonunu ölçtüren akrabalar da gelecek. Siz orada öylece yatarken, ziyarete gelenler kendi ameliyat anılarını anlatacaklar. Üstelik bunun size iyi geldiğini düşünecekler. Sabır dilerim. Maalesef bunun da kaçışı yok.

Hastalığınızı ve diyelim iyileşirseniz bu süreci bir başarı öyküsüne dönüştürmeyin. Başarı öyküleri her daim sıkıcıdır, öznesinden başka herkesi figüran yapar. Ve kimse başkasının öyküsüne gönüllü figüranlık yapmaz.

Hastalığınızı ve iyileşme sürecinizi insanların gözüne gözüne sokmayın. Sorulursa en fazla 20 saniyede özetleyin. Hafazanallah, bir bakarsınız ki hastalık anlatmaya tutkun yaşlılara dönüşerek uyanmışsınız o sabah. Unutmayın sakın: Bu, Franz Kafka’nın bile yazamayacağı kadar korkunç bir dönüşüm öyküsüdür!

İşte böyle…

Kim bilir belki bu yazıyı okurken benzer şeyler yaşayan birilerinin yüzünde hafif bir tebessüm oluşmuştur. Belki birileri, “Benim de aklıma gelmişti bu!” demiştir. Belki birileri de, “Seni tuzu kuru, iyileştin bıdı bıdı konuşursun tabii.” diye içinden bana küfretmiştir. Herkesin imtihanı kendine bu dünyada, bu da gelir, bu da geçer. Bazen de geçmez. Bilmez miyim hiç? Hepsi başım gözüm üstüne.

10 yıl oldu. Artık fırtınalar falan estirmiyorum. Hafif bir rüzgârım var hala! Tabii ki koşamıyorum artık.  Bedenimi kırık dökük haliyle de sevmeyi öğreniyorum. Ağrı Dağı’na çıkamadım. Hiçbir zaman da çıkamayacağım. Her yere yetişmeye, hiçbir şeye geç kalmamaya çalışmıyorum artık. Dünya emrime amade değil. Cennetimden kovulmuş hissetmiyorum elbette.

Süper kahramanlık meselesine gelince…

Bakın o konuda taviz veremem. Elbette ki hala süper kahramanım ben. Yürüme yeteneği olan bir süper kahraman!

Daha ne olsun!

Profesör Doktor Azmi Hamzaoğlu'na...

Fergün Atalay/9 Ağustos 2015-Ortaköy.