30 Aralık 2010 Perşembe

BİR YILBAŞI ÖYKÜSÜ

Dünya
Kocaman bir koğuşta
Dipdibeüstüstealtalta
Yalnız.
Yaşlı.
Bugün yılbaşı.
Kar yağ-ma-lı.

Avurtları çökmüş iyice. Dipsiz bir kuyuyu çağrıştıran ağzından dişsiz damağı görünüyor. Hırıltılı nefesi, sessizliği bölüyor. Seruma karışan birkaç damla kan, ince şeritler halinde salınıyor şişenin içinde.

Olan bitenin, hatta ölmeye çalıştığının bile farkında değil. Meyve suyu, peçete ve uzun paçalı çiçek desenli bir külotun durduğu komidinin üzerinde, gençlik yıllarından bir de fotoğraf var.

Siyah beyaz fotoğrafta dudakları kopkoyu boyanmış dalgalı saçlı güzel bir kadın var 30’lu yıllardan. Fotoğraftaki ışıltılı gözler, şimdi sabit bir ifadeyle tavana bakıyor. Yıllar sonra içine düşeceği aczi aklından bile geçirmeyen, güzeller güzeli bir kadın yüzü fotoğraftaki. Ara ara inliyor. İnce uzun elleri de bir zamanlar güzelmiş belli.

Hemen yanı başında 88 yaşında bir kadın. “Beni bu moruklarla bir tutmayın 72 yaşındayım” diye ısrar ediyor. Koğuşun yıldızı olmaya kararlı. Benimle bağıra çağıra konuşuyor. Oğlunun Amerika’da olduğunu, yarın geleceğini söylüyor. Bir yandan da oda arkadaşlarını tersliyor. Eminim, gençken de kavgalıydı hayatla... Tuttuğu her şeyi koparan, hırçın ve yorucu bir kadındı belli ki.

Bağırarak, “Sor bak herkese, Yorgo hala aşık bana. 88 yaşında olsam 60’lık gencin ne işi var benimle” diyor. Herkesten önce kendisi gülüyor söylediklerine.

Fark edilmeyi bekleyen utangaç bakışlar çarpıyor yüzüme. Bembeyaz saçlarının dalga dalga çevrelediği yüzü hala çok güzel. Yatağın ucuna ilişircesine oturmuş. Gözleriyle gülümseyebilen insanlardan o. Beyaz geceliğinin altından görünen incecik bacakları yara içinde. Kırmızı-mor bacaklarından utanıp, saklamaya çalışıyor.

Birkaç saate kadar bütün yollar kapanacak. Kar yağıyor. Bugün yılbaşı. Benim içimde de hiç soğumayan ayrı bir sızı: ellerimi nefesiyle ısıtan o adam, unutmuş mudur beni?

Alt kattan bir Rumeli türküsünün hayata şükrettiren sesi geliyor...
...
Bülbülüm altın kafeste...
Öter aheste aheste..
...
Ben sana aldanamam yar, ben sana dayanamam...

Türküyü duyunca ağlamaya başlıyor. Ağlıyor ama gözleri gülümsemeye devam ediyor. “Hiç uyuyamıyorum, meyve suyuyla çay da vermiyorlar artık” diyor ama derdi daha büyük aslında. Yanından ayrılırken gözlerimin içine bakıyor ve fısıldıyor zaptedemediği acısını: “Sahipsiz değilim evladım. Ama evimde çay demlemeyi özledim...”

Pencerenin önündeki yatakta yaşlılığın bunalımını derin bir umutsuzlukla yaşayan 85 yaşında bir başka kadın var. Pencereden yansıyan parlak ışık, onu bir siluete dönüştürüyor.
Saçları kısacık “kırpılmış”. Bacakları çıplak, altını bağlamışlar. Yemek yediği portatif masayı önüne çekerek gizliyor “ayıbını”.

Altını değiştirmesi için hemşireyi bekliyor. Başka bir insanın yardımı olmadıkça bok içinde oturmaya mahkum bir hayatı sürdürmenin ağır acısı var yüzünde. Hemşire, dört yıldır konuşmadığını söylüyor...

Emekli bir müzik öğretmeni o. Dünyanın en güzel müziklerini öğrenmiş, öğretmiş, kendi bestelerini yapmış eski bir müzisyen... Kendisinden bile esirgediği sesiyle yüzlerce şarkıya nefes olmuş bir kadın. Oysa şimdi, astımlı nefesinin hırıltısı var sadece.

Yokmuşum gibi davranıyor. Varlığımı fark ettiğine ilişkin tek kanıt zaman zaman ters bakışlarla beni süzmesi.
...
Dünyası bir koğuşa kapatılmış dört yaşlı kadın. Hayatları koğuştan taşan dört kadın.

Kim bilir, belki bu gece o hasta kadın ölecek. Hırıltılı soluğu çektiği acıları haykırırken, yaşamını noktalayacak geride kalan solgun bir gençlik fotoğrafıyla.Yaşını inkar eden kadının oğlu yarın yine-yeniden-bir kez daha Amerika’dan gelmeyecek. Gülümseyen gözleriyle ağlayan kadın bu gece yine uyuyamayacak. Uyur uyanıkken bir daha asla dönemeyeceği evinin düşünü kuracak. Hayatının müziğini yitiren kadın yine altını değiştirecek hemşireyi bekleyecek.

Hepsi ölüme böyle acz içinde gidecek. Darülaceze’de ölümü bekleyen kadınlar için artık farklı bir gün olmayacak.

Kim bilir belki bir başka kadın, kimselerin bilmediği-görmediği-umursamadığı hayatların hiç olmamış gibi yitip gitmesine gönlü razı gelmediği veya, uçucu-boş-geçici hayatın kargaşasına kafa tutmanın başka yolunu bilmediği için oturup onları yazacak.

Dünyanın öbür ucunda, benden milyonlarca ışık yılı uzakta yeni yılı kimler hangi acıyla, hangi sevinçle karşılıyor bilemem. Uzağında ama içindeyim hayatın. Anlayabilirim.

Dışarıdayım şimdi. Sokak lambalarının ışığı, karın aydınlığının yanında cılız kalıyor.
Gülümsemesine dünyaları bağışladığım adam aşılacak bütün sınırları geçti gitti. Üşüyemeyecek kadar yalnızım bu gece.

İstanbul’dayım, buradayım. Ayağımı bastığım yerin, dünyanın tam ortası olmadığını kim söyleyebilir?

Bata çıka yürüyorum karların içinde. Nefesim ellerimi ısıtmaya yetmiyor.
Beni kendisiyle ısıtan o adam… Unutmuş mudur şimdi?
Mutlu yıllar, mutlu yıllar, mutlu yıllar...
31 Aralık 2002