Derdiniz mi çok?
Canından can koparılan insanlardan da mı çok?
Şimdi sosyal medyadaki sayfalarınızı geceden siyah bir kareyle doldurdunuz da görevinizi mi yaptınız?
Şen şakrak, içi boş fotoğrafları, incir çekirdeğini doldurmaz yorumlarınızı bir süre durdurunca gönlünüz ferahladı mı?
Galiz küfürler edince geçti mi?
Olan bitene kayıtsız kalmadığınızı sosyal medyada göstermenin şovu, utancınızı yendi mi?
Daha soru sorayım mı?
Sormayayım tabii.
Aslında bu yazı, daha bir hafta önce aldığım notlara göre şöyle başlayacaktı:
“Tıka basa, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yemişsiniz. Anneniz dünyanın en güzel yaprak sarmasını, kardeşiniz sizin sevdiğiniz revaniyi hazırlamış. Haylaz babişkonuz, annenizin cilveli itirazına rağmen rakıları yuvarlamış o gün yine. Gülünce gözleri o yüzden çizgi gibi olmuş yazdığınıza göre. Bodrum’daki yazlığınızın kahverengi tuvalet seramikleriyle kaplanmış, onca filtreye rağmen çirkinliği gizlenememiş beton terasındasınız maaile. Arkanızda, mezar taşlarını andıran sıra sıra yazlık evlerin arasında, mendil kadar bir deniz manzarası var. Fotoğraflara ve altındaki yorumlara bakılırsa pek de mutlusunuz, prenses, pardon premses gibi hissediyorsunuz o gün: Ulu manitu mutluluğunuzu daim etsin aşkitellam. Sofranızdan Halil İbrahim bereketi eksik olmasın, rabbim ayırmasın! En kötü gününüz böyle olsun güzeller güzeli. Çok güzelsin premsesim, Allah bugününüzü aratmasın...”
Başlayamadı tabii. Ölümlerden ölüm, zulümlerden zulüm beğen ülkesi ömrümüzün üstüne, sıra sıra 99 kişilik toplu mezarla çöktü…
Uzun zamandır siz-biz olarak ayrıldığımızı, hatta birkaç adım daha eskiye gideyim, aslında hiçbir zaman yan yana duramadığımızı söylemekle başlayayım işe. Zaman zaman kimliği farklılaşan öfkeli bir ağabeyin, kardeş dediklerine her türlü zulmü reva gördüğü, etle tırnak benzetmesinin olası bir ayrılığı halinde koparılıp atılacak tırnak olmanın “öteki”ye, yani bana, yani size vehmedildiği bir dünyanın içine fırlatıldık ne de olsa.
Şimdi bu yüz yıllık gerçeği kabul etmenin zorluğundan olsa gerek, gündelik hayatta ve sosyal medyada son dönemde sık sık yüz yüze kaldığımız ırkçılığı, ayrımcılığı dert eden bir avuç insan şaşkın ve üzgünüz. Ölüm acısının siyasi, etnik ve dini çerçevede şekillenmesinin ve ifade edilmesinin, en azından vicdani gelişimini tamamlayamamış insanlar için kaçınılmaz sonuç olduğunu içten içe biliyoruz. Bildiklerimizin ölümlerle üstümüze boca edilmesine, siyasetin malzemesi olmasına, ana dilimizin hücrelerine kadar sinmesine, katilin maktulün kimliğine göre tanımlanmasına tahammül gücümüz kalmadı sadece.
Ölenlerin kimliklerine bakarak, tam manasıyla taraf tutma saikiyle içindeki kederi veya arsız sevinci sosyal medya marifetiyle ortaya saçmanın birbirinden farkı yok aslında. Bugün 15 yaşında, batılı, kendisini Türk ve müslüman olarak tanımlayan bir kız çocuğu, kendisinden hissetmediği ölülerin ardından yaşadığı “Mutluluğu” olabilecek en net sözcüklerle ifade ediyor Twitter’da. Kendisi gibi yazan binlerce kişiyi gördüğünde, verdiği tepkinin doğru olduğundan bir an bile şüphe duymuyor, duymayacak elbette. Akıl çerçevesinden bakılınca olan bitenin garipsenecek bir yönü yok. Ama işte, incinen, bir daha yeşeremeyecek kadar kökünden kopan yerler oluyor içimizde. Öyle bir noktaya geliyor ki insan, 2011 Van depreminde Twitter’a “Deprem Van’da, Kürtler öldü ama valla üzüldüm lan.” yazan ayrımcılıkta bile bir nebze şefkat olduğunu düşünüp, ‘hiç değilse bu noktada kalsalardı’ diye aklından geçirebiliyor.
O çok takipçili fenomenler, şov dünyasının somut şöhretlere sahip ünlüleri de tel tel dökülüyor böyle durumlarda. Doğaldır, olabilir. Olağan zamanlarda sosyal medyaya aşk, seks, ilişkiler, gündelik hayat üzerine adrese teslim net tespitler yazan fenomenin veya rol aldığı filmi, söylediği şarkıyı anlatan, ara sıra avanak hayranlara laf yetiştiren bir şöhretin böylesi ağır konularda akılla, duyguyla yola çıkması kolay değil. Nereden, nasıl sözcükler bulunur da, içinde olmayan bir insana vicdan anlatılır bilemiyorum. Sezgiyle şunu söyleyebilirim sadece: 0-3 yaş arasında her ne yaşanıyorsa, her ne oluyorsa, o dönemde olan biten her neyse, sonunda ona dönüşüyor insan.
Yıllar önce, “O şimdi asker canı neler ister, uykuda mevlam beni ona göster” diye bir şarkıyla ucundan kıyısından şöhret olmuş biri vardı. Hala varmış, öğrendim. Ankara’daki katliam sonrasında selfie çekip, tabii üzüntülü bir gün olduğu için siyah beyaz filtreliyor ve Cumhurbaşkanını mention bölümüne koyarak, Türkçesini benim düzelttiğim şu paylaşımda bulunuyor:
“Doğunun temiz insanları başka bölgelere yerleştirilsin. Doğuyu baştan yaratmak için bütün bölgelerin bombalanması insan girilemez bölge ilan edilmesi gerekiyor. O zaman hangi toprak için ne yapacaklar, nerede barınacaklar görelim.”
Aptallıkla, ayrımcılıkla, haysiyetsizlikle, kötü kalple, çiğlikle açıklanamayacak kadar berbat bir örnek işte. Yine aynı noktaya geliyoruz: Vicdan dediğimiz anlatılabilecek, kavranması sağlanabilecek, bir insana sonradan enjekte edilebilecek bir kişilik özelliği değil. Tabii bir yandan da kibirle, öfkeyle, kendisinden hissetmediğine öteki diye bakmakla bir anda yerle bir olabilecek kadar kırılgan vicdan...
Mesela kalemi güçlü, çok genç yaşlardayken büyük gazetelerden birinde köşe sahibi olmuş, kitaplar yazan bir gazeteci var. Twitter tabiri ile söyleyeyim, “Duyar kasmak” eyleminin önde gelen isimlerinden biriydi her daim. 1 buçuk milyondan fazla takipçisi olan bir Twitter kullanıcısı şimdilerde. Ankara katliamının kanı kurumamışken, başka bir dile çevrilen kitabının tanıtımını, o kitapla birlikte çektiği Selfie’yi de ekleyerek, acıklı ifadeler eşliğinde duyurmakta tereddüt etmiyor. Tepkiler üzerine o paylaşımı sildikten sonra, reklam yapmadığını, sadece “Biz” de varız demek istediğini yazıyor. Twitter’ın aklı selim sahibi kullanıcılarından birinin “Esnaf odası başkanlığına tek adayımsınız.” içerikli yanıtı, ağır da olsa yerini buluyor. Olan biten her şeye hassasiyet gösterdiği iddiasını altını çize çize yansıtan birinin, dünyayı sadece kendi etrafında döndüren kibrine bir çizik atabiliyor mu bilemem.
Aslında bu yazı, böyle olmayacaktı. Daha önce aldığım notlara göre şöyle devam edecekti:
“Çok mutlu aile fotoğrafınızı #tbt yaptın öyle mi?
Daha dün gece ayyaş babişkon tak fişi bitir işi yaparak annenin yıllardır devam eden baş ağrılarına yenilerini ekledi. Hayatında yemekten başka zevk olmadığı için çıkmadı mı 150 kiloya annen? Revani yapan kardeşin var ya, o daha 10 gün önce bileklerini kesti be! Ya sen? Sana ne demeli? Sen Bodrum uçağına biner binmez, o çok kıymetli zengin kocişinin kendi deyimiyle Rus klasiklerine dadandığını daha ne kadar bilmezden geleceksin?
Hiçbir estetiği olmayan bir kareye hapsettiğin o tatil kasabasında kanalizasyonun patladığını ve etrafın bok koktuğunu fotoğrafla gizleyebilirsin öyle değil mi?
Instagram’a fotoğrafını koyduğun ıspanaklı kol böreğinin 87 beğeni, 18 yorum alması çok mu önemli? O böreğin sindirim sisteminin son noktasına ulaşmadan önceki halini beğenmemi hatta gıpta etmemi mi istiyorsun içten içe? Eski zamanlarda olduğu gibi evinde gün düzenleyip, karbonhidrat tombulu arkadaşlarınla birlikte tıkınsaydın da, fotoğrafı değil böreğin tadını beğenip eline sağlık deselerdi daha iyi olmaz mıydı sence de?
‘Türkiye’de bir an önce demokratik kurallar işletilmeli, Cizre’deki şiddet derhal son bulmalı.’ Oldu canım profesörcüm. Sen doktor karını evire çevire, ağzını burnunu kırana kadar dövmüş adamsın. Bu konulara hiç girmesen mi acaba?
“Beren Saat’e hiçbir yapımcı iş vermemeli, solcu paylaşımları yüzünden kayınvalidesi bile onunla konuşmuyor.” diye Facebook’a engin görüşlerini yazan arkadaşı da es geçmemek lazım tabii. Kendi aklın belli ki sana yetmiyor. Biraz soluklan istersen. Bak, gazetelerin internet sitelerinde senin için yüzlerce çıplak kadından oluşan çok şahane foto galeriler var.
Tamam yoksuluz, tamam gecelerimiz kısa, tamam dört nala sevişmemiz lazım. Buna kimin itirazı olabilir? Ama canım arkadaşım, biraz okusan, azıcık araştırsan öğreneceksin. O şiir Cemal Süreya’nın, Özdemir Asaf’ın değil ki...
Ya sana ne demeli? Facebook’ta paylaştığın 48 adet el ele, göz göze, dip dibe sevgili fotoğrafının içinin ne kadar boş olduğunu anlatsam, altından kalkabilecek misin?
Arkadaşım geçmiş olsun. Zor bir dönem geçirmişsin. Çok acılar çekmişsin. Tamam, hepsine tamam da… İçinden çıkarılan tümörün fotoğrafının sosyal medyada ne işi var? Kanlı, kırmızı et parçasını bizimle niye paylaştın?”
Yine kara bir yazı olacaktı. Mizah biraz daha öne çıkacaktı. Olamadı tabii. Yazı, kendisinden çıktı, başka bir yolda ilerlemek zorunda kaldı.
Dünya değişti. Hayat değişti. Hepimiz değiştik. Ruhen oldum olası kopuktuk. Sosyal medya, bu kopukluğun ayyuka çıkmasının en önemli araçlarından biri oldu sadece. Türkiyeli insanın bilgeliği, kucaklayıcı karakteri, birlikte yaşama arzusu, hoşgörüsü diye abartılarak anlatılanlar o romantik kitaplarda, dinlerken hala içimin titrediği türkülerde kaldı. O eski zamanlarda içimizde iyiliğe güzelliğe ilişkin haslet var mıydı, artık ondan da emin değilim. “Bilgi kuvvettir.” diyene de bir çift lafım var: O işler her zaman öyle olmuyor işte! Yaşananları aklın çerçevesiyle anlamaya çalışmak, yorumlamak yetmiyor. Her ne olacaksa, ne yaşanacaksa, sıfır kilometre bir “sıfır” bulup değiştirmek için harekete geçmek, olabilecek her şeye, her duruma sıfırdan başlama gücünü toplamak gerekiyor. “Umut var mı?” diye sorarsanız sadece kendi adıma cevap verip, son dönemde ne yaptığımı anlatabilirim size.
Yüz yıldır kış soğuğu içinde, karlı bir sokağın köşesindeyim.
Ölenle ölmemişim, ölememişim de… Yalnızım, eksiğim, sakatım.
Yanımdan neşeyle gelip geçenler var. Kimi sıcacık evine gidiyor, kimi bu soğuğa rağmen gülüp oynuyor. Donmuşum, buz kesmişim. Çığlık atmaya çalışıyorum, sesimi duyuramıyorum.
İçimde kibrit çöpü gibi yana yana tükenen sözcükler var. Vasati kırk çöp.
İlkini yakıyorum.
Pırıl pırıl güneşli bir gün. Mavi yeşil bir dünya, hayattan koparıldı zannettiğim herkes orada. Kocaman mavi gözlü Veysel de, martı gibi kaşları olan Berkin de. Dünyaya şaşkın bakışlı tek fotoğrafını bırakıp giden pare pare Ceylan da, dondurucuda kaskatı kesilmiş Cemile de. Adlarını kalbime kazıdığım tüm çocuklar, gençler, kadınlar erkekler, hepsi orada. Herkesin birbirinin gözünün içine özenle, sevgiyle baktığı bir ülke. Bir lokmanın bile paylaşıldığı kocaman bir sofra, hep bir ağızdan, ama herkesin kendi dilinde şarkılar söylediği bir hayat. İyilik güzellik işte, çocukluğumdan bu yana hayal ettiğim düş dünya.
Bu düşü kaybedemem. Bu dünyayı kaybedemem. Kaybedemem.
Bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha yakıyorum, bir kibrit daha, bir kibrit daha, bir kibrit daha…
Devlet dersinde öldürülen, dövülen, yaralanan tüm kardeşlerim için...
Fergün Atalay/13-14 Ekim2015-Ortaköy.