9 Ağustos 2015 Pazar

BU DA GELİR, BU DA GEÇER...


Bir zamanlar fırtınalar estirirdiniz. Saatlerce koşardınız. Oldum olası güzeldi bedeniniz. İtiraf edin, beğenen bakışlara da tutkundunuz. Ağrı Dağı’nın zirvesindeydi gözünüz. Her yere yetişir, hiçbir şeye geç kalmazdınız. İyi bir işiniz, size eşlik eden yol arkadaşınız vardı. Gündelik dertler oluyordu ama dolu dolu yaşamak da sizden sorulurdu. Dünya emrinize amadeydi. Hem zaten süper kahramandınız siz.

Şimdi bunların hepsi uçtu, gitti.

Hastasınız.

Çok hastasınız.

Bir anda başınıza gelmiş de olabilir, yıllar öncesinden kalan izler tepenize hastalık olarak çökmüş de olabilir.

Freud “Anatomi kaderdir” dediğinde tam olarak ne anlatmak istedi, uzmanlar açıklasın. Ben 10 yıl deneyimli bir hasta olarak size şunu söyleyebilirim. ”Anatomi kederdir” diyeceğiniz günler başladı bile.

Kendi bedeninize hayal kırıklığıyla, hayretle, üzüntüyle bakacaksınız bir süre. Bir zamanlar yaptığınızı bile fark etmediğiniz en küçük hareket zor gelmeye başlayacak. Hatta canınızı yakacak: Mesela sağ bacağınızı pantolonun paçasından geçiremediğiniz için lapa lapa kar yağarken şortla hastaneye gideceksiniz. Mesela alt kattaki markete asansörle inebilseniz de, kapısından adım atabilecek gücü bulamayacaksınız. Mesela dört adım mesafedeki mutfağa gidip su içmek için, yazı yazarken oturduğunuz koltuğu tekerlekli sandalye olarak kullanacaksınız. Mesela artık ellerinizi hissetmediğiniz için düğmelerini kapatamadığınız gömlekleri giymekten tamamen vazgeçeceksiniz.  Mesela artık aynaya baktığınızda sağlık fışkıran kendinizi değil sizin olmaktan çıkmış, kırık dökük, iyiden iyiye zayıflamış bir beden göreceksiniz.

Gerçekliğin duvarına tosladınız!

Gerçekliğin duvarına hoş geldiniz!

Yıllarca dizginleyemediğiniz kibir bir anda tuzla buz oldu! Hastalanabilir, hatta ölebilir bir canlı olduğunuz gerçeğini hanidir unutmuştunuz. Hayat sizi hizaya getirmenin yolunu, bedensel travmayla başınıza vura vura öğretmeye geldi!

Bana da böyle oldu çünkü.

Uzun uzun başıma ne geldiğini anlatmayacağım. 10 yıllık hastalık sürecinde 2 omurga ameliyatı geçirdiğimi, içimde sayısını unuttuğum kadar vida ve protez olduğunu, sezgilerim beni yanıltmıyorsa-ki bu konuda hiç yanıltmadı- hiç de uzak olmayan günün birinde beni bir ameliyatın daha beklediğini söylemekle yetineceğim.  O zor günlerde ihtiyacını duyduğum ama bulamadığım bir tek şey vardı: İstiyordum ki bu yollardan geçmiş biri yanıma gelsin, “ Bu da gelir, bu da geçer. Bazen de geçmez. Kolay değil.” desin,  ağrıyan yerinizi öğrendiğinde dert paylaştığını zanneden insanlar kadar kolaycı olmasın…

O zaman hadi başlayalım.

Sağlıklı bir hayat sürerken birden hasta olmak, yabancısı olduğunuz ağrılara dayanmayı öğrenmek ve bu konuda kabul makamına gelmek kolay iş değil. Sizi seven insanların davranış kalıpları da kabullenmeyi zorlaştırır bazen. Bir de şu var tabii, hasta olduğunuz zaman bedeniniz kamu malına dönüşür, herkes sizin üzerinizde hak sahibi olur. Sandalyeyi kaldırdığım için annemden, şişko kedimi kucağıma aldığım için kardeşimden, yemek yiyemediğim için arkadaşımdan, sigara içtiğim için doktordan fırça yemişliğim var. Boş verin, hasta da olsa o sizin bedeniniz. Her söyleneni dikkate almayın.

Şu kibiri üzerinizden atın artık. “Neden ben?” sorusu korkunç bir noktadır. Siz kimsiniz ki bu soruyu sorabiliyorsunuz? Diğer hastalardan bir fazlanız olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa hala özel biri olduğunuz safsatasına mı inanıyorsunuz? Çocukluğum bu tür bir yaklaşımla hayatı kendisine ve çevresine zindan eden insanlarla geçtiği için başıma ne gelirse gelsin “Neden ben?” diye sormamaya yeminliydim zaten. Ara ara zihnimi hafifçe yoklasa da, hatta hastalanmam için suçlayabileceğim iki polis olsa da yapmadım bunu. Dedim ki kendime ve bu cümlede de bir nebze kibir olduğu bilgisinin farkında olarak: Başına gelen hiçbir şey için neden ben diye sormayacak tevazuya ulaşmış birinin ara sıra yorulmaya hakkı var. Ve bir de,  Farsça ’da hasta ne demek biliyor musunuz? Yorgun demek. Ara sıra yorulun tabii. Bu sizin en doğal hakkınız.

Hastalığınızın size verilmiş bir armağan olduğunu düşünmek sakat bir durumdur, Tanrı’nın sizi böyle cezalandırdığı kanısına kapılmak da. Tamam, değerli bir şeyi kaybetmek ve bunun getirdiği değişimi algılayabilmek insanı ilim irfan sahibi yapar, bu doğru da, hastalıktan özel bir kimlik yaratmak da eksiltir.  Tanrı’ya gelince… O kadarını pek bilemem ama işlediğimiz günahlar için kuyumuzu kazmayacak kadar şefkatlidir bence… Yani… Sanırım… Galiba...

Tabii ki aileniz, arkadaşlarınız yanınızda. Ama yalnızsınız. Denize, ormana, kedilere, çiçeklere, bahçedeki ceviz ağacına konan kuşlara baktığınızda, artık hiçbir şey göremeyecek kadar kederli olduğunuzu kimseye anlatamazsınız. Ağzınızda büyüyen lokmaları, yemek yiyebilmek için verdiğiniz olağanüstü mücadeleyi dile getirecek sözcükleri zaten siz de bulamazsınız. Ağrılarınızı anlatabilirsiniz, ıstırabınızı asla. Yalnızsınız.

Uzun hastane dönemleriniz olacak. Çok sayıda tetkik yapılacak. Bıkacaksınız. MRI cihazında geçirdiğiniz saatlerde “Keşke ölüp gitsem.” bile diyeceksiniz. Omurganıza iğnelerle girip ilaç verdiklerinde o cihazları icat edenden, o tetkiki yapan doktora kadar küfredeceksiniz.  Ama takılmayın. Güneşli bir yaz gününde, o cihazdan çıkacaksınız ve hastane yakınında bir kafede otururken, “BMW MİZ YOK AMA UÇAĞMIZ BONZAİ” diye bir duvar yazısı görüp gülümseyeceksiniz. Yanı başınızda size sevgiyle, özenle bakan bir çift dost göze, yine şükredeceksiniz. Eve döndüğünüzde uzun zamandır küskün beyaz sardunyanın tomurcuklandığını fark edip mutlu olacaksınız. O gece bir yaz yağmuru mevsimine inat şiddetle yağdığında, yasemin kokuları hasta yatağınıza kadar ulaşacak mesela. Rastgele açtığınız bir kitaptan “Başımıza gelen bütün bu şeyler, dünyada olmamaktan daha iyi.” diyen bir şairin sesi yükselecek. Üst katta oturan gençlerin açtığı müziğe kulak kabarttığınızda “My body is a cage.” cümlesini duyup, “Tanrım, nasıl bir mizah anlayışınız var sizin?” diye tebessüm edeceksiniz. Oluyor bunlar, olacak hep...

Zor dönemler dostun düşmanın netleştiği dönemlerdir. Hayatın size yaptığı bu kıyağı iyi değerlendirin. Ama zordur da aynı zamanda. Mesela sevdiceğiniz, hasta biriyle olmaktan yorulduğunu haykırıverir günün birinde. Siz yürüyemez haldeyken üzerinize kapatılan bir kapının dünyaya yaydığı o metalik ses silinmez hafızanızdan. Olur bunlar. İçinizde yeşil kalmaya direnen o yer var ya, gün gelir çözer hepsini. Hiçbir hatanın af makamı olmadığınızı bilmenin huzuru er geç gelir içinize. Olur böyle. Her yaranın izi kalır, ağrısı geçer sonunda…

Bu dönemde o çok kıymetli işiniz de yalan dolan olacak tabii. Sık sık rapor verecekler ve bundan dolayı kendinizi iyiden iyiye eksik hissedeceksiniz. Kaybettiğiniz sağlığın son kırıntısına kadar, inatla işe gitmeye devam edeceksiniz. Ve sonunda iş yerinde hastalanıp, hastaneye kaldırılacaksınız. Yapmayın bunu. Tabii burada da insan faktörü devrede. Hasta olduğunuz için suçluluk hissettirilmeyen bir yerde çalışıyorsanız işler bir nebze daha kolay.

Evde uzun zamanlar geçireceksiniz. Çalışırken nasıl geçtiğini anlamadığınız gün, uzadıkça uzayacak evdeyken. Okumak, yazmak, internet sıkacak bir süre sonra ama televizyondan uzak durun derim. Aksi halde bir gün kendinizi ev yenileme programını izlerken ve “Ama bu ev bir atın ürogenital sistemine konmuş kelebek gibi oldu” diye aklınızdan geçirirken bulursunuz. Evlilik programındaki karakterlerin isimlerini öğrendiyseniz, bittiniz. Bulamaç gibi bir zihniniz var artık, güle güle kullanın.

Dilerim bir “Attention Whore” değilsinizdir. Eğer öyleyse yakın çevrenize acımaktan başka bir şey gelmez elimden. Kolunuza takılmış serumu ve hasta bilekliğini filtreleyip İnstagram'a yükler, yüzlerce "Like" 5-10 tane yorum alırsınız. Facebook'ta durumunuzun ne kadar zor olduğunu ağlak ifadelerle yazar, sağlıklı zamanlarınızda ziyaretine gitmediğiniz İkbal Hala'nızın "Yavrum, nazar var sende." yorumuna bile muhtaç olursunuz. Aynı fotoğrafları farklı sözcüklerle süsleyip Twitter'a koyar, hiç tanımadığınız insanlardan gelen saçma bildirimlerle avunmaya çalışırsınız. İlgi budalası yerine birebir çeviriyi tercih ederim, eğer bir ilgi orospusuysanız hastalık sizin için bulunmaz fırsat, çevreniz için kâbustur. Bedensel travma bile bu yönünüzü törpüleyemediyse, sizin için tıp çaresiz, bilesiniz.

Sayısız doktor olacak hayatınızda. Hastalığınızın ne olduğuna bağlı olarak çok sayıda uzman muayene edecek sizi. Şanslıysanız, tamamen tesadüfle en iyisine rastladıysanız, hele bir de aranızda güçlü bir bağ oluştuysa güven problemi yaşamaz, ikinci görüş almak için tırmalamazsınız. Sizi görebilen, bedeninize tamir edilmesi gereken bir makine muamelesi yapmayan, içinde bulunduğunuz durumun ruh halinize yansımalarını algılayabilen bir doktorun varlığına binlerce kez şükredersiniz.

 Bu dönemde hastalığınızla ilgili tıbbi terimleri, bir intern doktordan daha iyi bilir hale geleceksiniz.  Doktorunuz asistanlarıyla “T10 L2 arasına bilateral pedikül vidaları koyalım, harms cage T11 T12 seviyesine konulsun” diye konuştuğunda size ameliyatta ne yapılacağını aşağı yukarı anlayacaksınız. Korkabilirsiniz. Korkmayın diyemem. Olur öyle.  

Sıklıkla Dr. Google’a başvuracaksınız. Tıbbi terimlere hâkim olduğunuz için yabancı kaynakları da okuyup anlayacaksınız. Merak tabii, yapmayın diyemem. Ama uzak dursanız iyi olur. Ameliyat videolarına ise asla bulaşmayın. Ben ettim siz etmeyin!

Moral iğnesini falan boş verin, ameliyathaneye ayık gitmeyi tercih edin. Hasta odasından ameliyathaneye doğru ilerlerken, pencereden görünen gökyüzüne, “Bu son olabilir.” duygusuyla bakabilmenin kabulünden gelen hayat bilgisini, iliklerinize kadar çekin. O an üzerinize inen sükûnetin farkına varın. Ameliyathanede, eğer haliniz varsa, birkaç dakika sonra uyuyacağınız masaya kendiniz yatın. Teslimiyetteki gücü keşfedin.

Aileniz ve arkadaşlarınız için de zor bir dönemdir bu. Hastaya nasıl davranacaklarını şaşıran, mevcut durumu kabul etmekte zorlanan insanlar onlar da sonuçta. Sizi ne kadar üzdüklerini fark etmeden konuşacaklar bazen.  Mesela siz ağrılar içinde, kollarınızda serum, sırtınızı boydan boya kat eden bir yara ve göğsünüzde açtıkları kocaman bir oyuktan çıkan hortumla uğraşırken ziyaretinize gelen biri,  “Allah da seni bu hastalıkla imtihan ediyor” diyecek. Küfretmek isteyeceksiniz biliyorum. Ama yapmayın. İlla ki yanıt vermek istiyorsanız, “Tanrı benim imtihan sorularımı sana mı söyledi hıyar?” deyin.  Veya “Sen her imtihandan geçtin de mi bana bunu söylüyorsun hödük?”  Ama bence kalp kırmayın. Onlar sizi kırsa da yapmayın.


Bir de “Haline Şükretçi” hasta yakınları olacak. Sizden daha kötü durumda binlerce örneği nefes bile almadan anlatıp, şikâyetçi olmamanızı telkin edecekler. “Kamile Abla’nın küçük gelininin abisinin gencecik yaşında tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğu” hikâyesinden umut çıkarmanızı bekleyecekler. Bu noktada hiç tereddüt etmeyin, “Ben başkalarının zor durumlarından yaşama sevinci duyabilecek kadar kötü bir insan mıyım, öyle biri miyim ben?” diye yapıştırın cevabı.

Ailenizin tanıdığı birileri gelip, ameliyat sonrasında sigara, soğan, kolonya kokulu elleriyle saçınızı başınızı okşayacak. Haliniz varsa direnin, yoksa çaresi yok. Aile dostu olarak, hastaya göstermeleri gereken şefkatin şovu mutlaka yapılacak. Kaçamazsınız.

Her konuyu kendilerine getiren, rol çalan insanlar olacak çevrenizde. Siz korkunç acılar içinde yatarken, regl ağrısı yüzünden üç gündür çile çektiğini söyleyecek bir kadın. Dizlerinin çok ağrıdığını hasta yatağındaki size anlatmaktan hiç çekinmeyen, odaya giren hemşireye tansiyonunu ölçtüren akrabalar da gelecek. Siz orada öylece yatarken, ziyarete gelenler kendi ameliyat anılarını anlatacaklar. Üstelik bunun size iyi geldiğini düşünecekler. Sabır dilerim. Maalesef bunun da kaçışı yok.

Hastalığınızı ve diyelim iyileşirseniz bu süreci bir başarı öyküsüne dönüştürmeyin. Başarı öyküleri her daim sıkıcıdır, öznesinden başka herkesi figüran yapar. Ve kimse başkasının öyküsüne gönüllü figüranlık yapmaz.

Hastalığınızı ve iyileşme sürecinizi insanların gözüne gözüne sokmayın. Sorulursa en fazla 20 saniyede özetleyin. Hafazanallah, bir bakarsınız ki hastalık anlatmaya tutkun yaşlılara dönüşerek uyanmışsınız o sabah. Unutmayın sakın: Bu, Franz Kafka’nın bile yazamayacağı kadar korkunç bir dönüşüm öyküsüdür!

İşte böyle…

Kim bilir belki bu yazıyı okurken benzer şeyler yaşayan birilerinin yüzünde hafif bir tebessüm oluşmuştur. Belki birileri, “Benim de aklıma gelmişti bu!” demiştir. Belki birileri de, “Seni tuzu kuru, iyileştin bıdı bıdı konuşursun tabii.” diye içinden bana küfretmiştir. Herkesin imtihanı kendine bu dünyada, bu da gelir, bu da geçer. Bazen de geçmez. Bilmez miyim hiç? Hepsi başım gözüm üstüne.

10 yıl oldu. Artık fırtınalar falan estirmiyorum. Hafif bir rüzgârım var hala! Tabii ki koşamıyorum artık.  Bedenimi kırık dökük haliyle de sevmeyi öğreniyorum. Ağrı Dağı’na çıkamadım. Hiçbir zaman da çıkamayacağım. Her yere yetişmeye, hiçbir şeye geç kalmamaya çalışmıyorum artık. Dünya emrime amade değil. Cennetimden kovulmuş hissetmiyorum elbette.

Süper kahramanlık meselesine gelince…

Bakın o konuda taviz veremem. Elbette ki hala süper kahramanım ben. Yürüme yeteneği olan bir süper kahraman!

Daha ne olsun!

Profesör Doktor Azmi Hamzaoğlu'na...

Fergün Atalay/9 Ağustos 2015-Ortaköy.