23 Nisan 2020 Perşembe

BİRKAÇ PİRİNÇ TANESİ


10 yıldır süren bir hastalığın en zorlu dönemiydi. Yürüyemiyordum, narkotik ilaçlarla dahi dinmeyen ağrılarım vardı. 80 metrekare evde üç adım atabilmek için bile tekerlekli bir koltuğa muhtaçtım. Kimseden yardım isteyemeyecek kadar kibirliydim. İyileştikten sonra o kibiri fark ettiğimde, şu linkteki yazıyı yazdım. Adını o acı türküden bir temenni olarak aldım...



Şimdi de bu yazıyı, 2014 yılının Mayıs ayından 2015 yılının Mart ayına kadar toplam 8 ayı evde bir başına ve ağır hasta geçirmiş olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak yazıyorum!

Haydi başlayalım. 

Evde uzun zaman geçirmek yorar insanı, biliyorum. Hele ki yıllar içinde hızlanmış, bir an bile durmaya düşünmeye vakit ayıramamışların işi daha zor. Hastayken evde olmak boğucuydu. Ama bir yönüyle daha kolaydı. Dışarıda akıp giden hayattan uzak kalmak, uçsuz bucaksız ağrılarla mücadele etmek ne de olsa sadece bana ait bir meseleydi. Şimdi tüm dünya hasta ve mesele hepimize ait. 

Biliyorum, o yeşil renkli grafik hepimizin tüylerini ürpertiyor. Bir gün kendimizin ya da sevdiklerimizin o tablonun içindeki sayılardan biri olabileceğini iliklerimize kadar hissediyoruz. Başımıza bir hal gelirse, yapayalnız bırakılabileceğimizin de farkındayız. Hiç kolay değil elbette.  Ölümsüzmüş gibi yaşarken, dünya emrimize amade zannederken, salgınla ve yeri doldurulmaz kayıplarla karşılaştığımız günlere geçiverdik bir anda. 

Değerli bir şeyi kaybetmek, onun yokluğunu idrak etmek hiç kolay olmayacak. Salgın döneminde ya da öncesinde kaybı olan herkese sabır dilerim. Ama hayat bu. Bir gün kendinizi onun çok sevdiği erguvanlara bakıp gülümserken bulacaksınız. Bahçedeki ceviz ağacı, size kumaş bir kese içinde hediye ettiği cevizleri çağrıştıracak. Vapurda çay içmeyi sevdiği için o berbat çayları onu anarak içeceksiniz bir gün. Mesela nemi alsın diye tuzluğun içine attığı birkaç pirinç tanesiyle göz göze geleceksiniz. En sevdiği kıyafetten bir parçayı muska gibi göğsünüzde, onun sevgisiyle taşıyacaksınız. Bahçeye nar ağacını birlikte diktiğiniz günün mutluluğu, daha dün yaşanmış gibi taze kalacak. Gökyüzünde süzülen bir uçurtmadan gözlerinizi alamayacaksınız. Sevdiği şarkılar, hani olur da radyoda çaldığında, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, içinizde haykırıp duran o yaralı hayvana deva bulamayacaksınız. 

Ama bir gün, hakiki bir dost meclisinde kadehinizi onun için sessizce masaya vuracaksınız. O anda sizinle göz göze gelip tebessüm etmeye çalışan dostlara sevgiyle bakacaksınız. O günler kolay gelmeyecek. Ama bir gün mutlaka gelecek. Kabul edilmesi zor kayıpları nihayetinde kendimize tane tane anlatacağız. Bağrımıza taş basmayı da, o taşın ağırlığını yüklenmeyi de düşe kalka öğreneceğiz. Geride kalanları daha çok sevmek için tüm gücümüzü toplayacağız… 

Hayat bu. Çığırından çıksa da, tüm dünya hasta olsa da başka çare yok. Devam etmek zorundayız. Elbette şimdi de ağız dolusu güleceğiz. Bir araya gelemesek de, birlikte gülmenin iyileştiren gücüne şimdi de inanmaya devam edeceğiz. 

O zaman devam edelim. 

Bir gün toplumsal bir mesele konusunda aynı ortamda bulunduğum birkaç kişiye, o an söylenmesi gereken sözleri nazik bir üslupla sarfettiğimde, duyduğuma dahi inanamadığım bir cevap gelmişti masadaki profesörden. Bir iki kez karşılaşmıştık, birbirimizi çok da tanımıyorduk. “Ah senin bu hiç kış görmemiş zarafetin” diye tahakküm çabasıyla başladı konuşmaya, saldırganca tamamladı. Sonra da masayı terk etti. Kış görmeden, eksilmeden, yenilmeden, başını duvardan duvara vurmadan zarafet mertebesine ulaşmanın mümkün olmadığının farkında değildi sadece. Salgının başlamasından birkaç gün sonra aradı. “O gün çok ileri gitmişim” dedi. Aklınızda böyle biri varsa arayın. Hem bu hayatın muhasebecisi siz misiniz? Kimin kaç kış gördüğünün hesabını tutmayın. Arayın. 

Bu arama özgürlüğü sonsuz değil elbette. Bana sorarsanız eski veya eskimiş sevgililerinizi aramayın. Hele ki şu üç günlük dünyada kalbinin en mutena semtinde varlığınıza yer vermemiş insanlara hiç minnet etmeyin. Ama içinizde kalan bir söz ya da ah keşke söyleseydim dedikleriniz varsa, o zaman siz bilirsiniz. 

Ne bileyim... “Hödüklük şu dünyada seninle vücut buldu.” 
Yahut…  “Senin bana yazdığın o şiir, bir atın ürogenital sistemine konmuş bir kelebek gibiydi.” 
Efendime söyleyeyim… “Senden ayrıldığım gün üstümden 95 kilo yük kalktı” demek istediğiniz birileri varsa, o ayrı tabii. 

Gerçeği öğrenmenin hödüklerin de hakkı olduğunu düşünüyorsanız durmayın, arayın. Ama bana sorarsanız taş kalpli birine dahi, bu salgın döneminde kötü davranmayın. 

Bana kalırsa sık sık salgından önceki “normal” hayatınıza dönmeyi istediğinizi söyleyip durmayın. Bundan önceki “normalin” aslında çok sefil olduğunun farkına varın. Mesela bir plazaya tıkılıp saatlerce çalışmak mı normaldi? Veya bir fabrikada elleriniz parçalanana kadar üretim bandına mal yetiştirmek mi? Sabahın kör vaktinde yollara düşüp, metrobüsün penceresinde uyuyakalmak mı? Bir kediye, bir ağaca, bir denize baktığınızda hiçbir şey göremeyecek kadar yorgun olmak mı? Çocuğunuzu, elinden tutup çekiştire çekiştire gece karanlığında müfredata teslim etmek mi? Alışveriş merkezlerinden eliniz kolunuz paketlerle dolu çıkmak mı? Kimsenin kimseyi dinlemediği masalarda, kıytırık mezelere çatal salladığınız sofralar mı? Zulümden gözünüzü kaçırıp hiçbir şey olmamış gibi davrandığınız zamanlar mı?

Normal bunlar mıydı?

Hazır çoğunuzun vakti varken bence buna kafa yorun. Artık hayata farklı gözlerle bakacağım diyorsanız “Her şey eskisi gibi olsun” cehenneminden kurtulun. O cehennemdeki kendinizin de pek matah bir şey olmadığını kabullenerek işe başlayın. 


Bu dönemde kendinize sözler vereceksiniz, çok sayıda karar alacaksınız. Almayın. “Barı açıyorum, Ayla’yla aramı düzeltiyorum, babamı da yanıma alıyorum, olay bitmiştir” diyen film kahramanının başına gelenleri düşünün! Ama içinizi rahatlatacaksa kendinize söz de verin, karar da alın. Hayata geçirememek, kendinize verdiğiniz değere çizik atmayacaksa bence mahzuru yok. Mesela ben de bazı kararlar aldım sonuçta. 

1- Virüs bittikten sonra evleneceğim. Bu kez arazi olmayacağım. Valla.

2- Bundan sonra insanlarla arama zulme varan ölçüde mesafe koymayacağım. Ne o öyle mahkeme duvarı gibi? Çok kararlıyım. 

3- Nekahet dönemi sonrası işe döneceği ilk gün, “Karşılaştığımızda herkes beni öpecek, off yaaa offfff!” diye söylenen Fergün yok artık. Sevgisini dokunarak gösterebilen, mıç mıç sevgi kelebeği insanlardan olacağım. Kesinlikle. 

4- Virüs bitince biraz kilo alacağım. Alacağım tabii. Günde beş ekmek yerim, ne var ki bunda. 

5- Bir zamanlar sevdiceğim olan biri huysuz olduğumu iddia edince, aile bireylerine tek tek sormuş aldığım tokat gibi cevap üzerine biraz huysuzlanmıştım. Virüsten sonra huysuzluğu derhal bırakacağım! Bırakacağım!

Görün bakın, ben bu sözleri nasıl da tutmayacağım!

Bu dönemde zaman kavramı hakkında düşünmeye çok vaktiniz olacak. Bence iyi değerlendirin. Televizyona ve sosyal medyaya mesafeli durun derim. Kitaplar ve müzik için ise tam aksi. Tabii bunlar bile sıkacak bir süre sonra. Ama iyi arkadaşlarınız varsa dert etmeyin. Uzakta da olsa şiirden, aşktan, romandan, müzikten, dünyaya fırlatılmış olmanın çaresizliğinden konuşacağınız karantina arkadaşlarının varlığına şükredin. 
 Evde pijamayla oturmayın diyenlere inat, rahatınıza bakın. Bana kalırsa o kadar çok ekmek yapmayın. Saçlarınızı boyamak isterseniz o ayrı. İyi hissedecekseniz yapın gitsin. Bir de saçınızı üç numaraya vuracaksanız vurun da, sakalınıza ilişmeyin! 

Ayrıca, bu yazıdakiler de dahil tüm tavsiyelere şüpheyle yaklaşın!

Bana gelince…

En sevdiğim kırmızı pijamayla oturdum, bu yazıyı yazdım. Yazarken karantina arkadaşımın çok uzaklardan gönderdiği şarkıları dinledim. Saçlarım iki yıldan sonra ilk kez uzayacak sanırım. Aramak istediğim biri var mı diye hala düşünüyor, ama sadece bir hayaletin gölgesiyle karşılaşıyorum. Pencere önündeki koltuktan dışarıya bakarken, yaşadığım bütün kışlara şükrediyorum. Ağrım sızım yok şimdi, bu defa dünyanın ağrısına dayanıyorum.




Şimdi erguvanlara biraz gülümseyeceğim. Ceviz ağacı yaprak açmaya başladı diye sevineceğim. Bir gün vapurdaki o berbat çayları iştahla içeceğim. Köyceğiz’deki evin bahçesine o nar ağacını yeniden dikeceğim. Kalbimin ondan kalan muskanın altında çarptığını hissedeceğim. Uçurtma görmek için belli ki uzun süre bekleyeceğim. Şarkılar çalarken içimdeki yaralı hayvana sakin ol, bunu da atlatacaksın diyeceğim. Onun sevdiği şarkıları gözyaşlarıyla değil, içimdeki hasretle dinleyeceğim. Biraz sonra pencerenin yanı başında, kadehi hafifçe masaya vurup ilk yudumu öyle içeceğim. 

Şimdi bana müsaade. Tuzluktaki birkaç pirinç tanesi ile göz göze geleceğim.