Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Eşyayı sadeleştirmek kolay oldu. Zaten pek
de bir bağım yoktu. İşin zor kısmı kitaplardı. Bu küçücük evde çok yer kaplayan
nesneler olarak hayatımı zora sokuyorlardı. Oturdum, kitaplar arasından
vazgeçebileceklerimi aradım. Meşakkatli işti. Kitap aralarına iliştirilmiş
yapışkan not kağıtları, altı çizili satırlar, anısı taze kuru çiçekler, eskimiş
bir kavuşmanın hatırına ayraç olarak kullanılan uçak bileti, atmaya kıyamayıp
karanlıklara hapsettiğim mektuplar… Başaramadım. Hiçbirinden vazgeçemedim.
Nihayetinde bana bu satırları yazdıracak olan kitapla karşılaştım.
Şimdi hayatta
olmayan bir yazarın kitabıydı. Teşvikiye Camisi’nin karşısındaki eski İstanbul
apartmanlarından birindeki ofisinde röportaj yaptığımızı hemen hatırladım.
Kitap, o dönemin gündemini yakalamıştı. Çok tartışılıyordu. Güzel bir röportaj
olmuştu. Pek çok ayrıntı hafızama geri döndü. Mesela onunla sohbetin
hissettirdikleri, ofisin yüksek tavanları, pencereden gelen trafik gürültüsü,
ezan okuyan hocanın içli sesi, tuhaf ama ikram ettiği çayın lezzeti. Kitabı
röportaj öncesi okumuştum. Röportaja giderken de yanıma almıştım. Yıllar sonra
vazgeçebileceğim bir kitap mı diye bakarken, hafızamdaki o boşlukla
yüzleşiverdim: Kitap adıma imzalanmıştı: “Sevgili Fergün Atalay’a, Güney’in
tatlı bir esintisini anımsayarak… Bir yaz akşam üstünü anımsatan gülümsemesi
için…”
İşte bu anlarda aslında zamanda yolculuk denen şeyin var olduğuna bir kez
daha kanaat getiriyorum. Kalanı çorap söküğü gibi akın etti zihnime. Röportaj
öncesindeki sohbetin tüm ayrıntıları, o gün giydiği kıyafet, tokalaştığımızda
hissettiğim hafif terli eli, habere gittiğimiz kameramanın adı, apartmanın
üçüncü katına tırmanırken hissettiğim rutubet kokusu ve daha binlerce çağrışım…
Ama ne kitabın imzalandığı anlar vardı hafızamda ne de o sözler…
Şubat ayıydı.
2001 yılıydı. Ben çok genç olduğum için 50’li yaşlarını süren yazarı çok yaşlı
zannediyordum. Bir insanda bıraktığım izi algılayabilecek anlam dünyasına adım
atamadığım gerçeğine dahi vakıf değildim. Oysa çok çarpıcı şifreler vardı. O gün
İstanbul’da epey kar yağmıştı, hava çok soğuktu. Portakallı tarçınlı çayı da çok
üşüdüğüm için ikram etmişti. Ama yazar o soğuğa rağmen Güney’de bir yaz akşam
üstünde, tatlı bir esintiyi hissediyordu. Tetikleyeni bendim kuşkusuz. Ama
hissettikleri bana yönelik miydi, emin değilim. Emin olma ihtimalim de
sonsuzluğa karıştı zaten. İşte adıma imzalanmış o kitap, yıllar sonra yazarı
artık hayatta değilken, bir balina gibi gelip vurdu kıyıya. Şimdi ben o balinayı
ne hayata döndürebiliyorum ne de yerinden kıpırdatabiliyorum. Muhatabın duygu
dünyasındaki izleri, onun ölümünden sonra öğrenmek ve taşımak hangi insan için
zor olmaz ki?
Tabii insan teselli arayışına da giriyor. ‘Bir insanın bıraktığı
izler zaman içinde anlamını buluyor olabilir’ diyorum kendime. Benim “bir yaz
akşam üstünü anımsatan gülümsemem” yazara o an o izi bıraktıysa, bana da 20 yıl
sonra bununla karşılaşmanın izini bırakıyordur, kim bilir… İnsanın insana
bıraktığı iz de bellek gibi değişen, yaşayan, dönüşen bir şeydir belki...
Yazarda bıraktığım izlerin varlığı onunla birlikte öldü, ama bu onların var
olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yazarın bana 20 yıl önce bıraktıkları ise şimdi
başlıyor. O kitap hem yazardan bana kalan izlerin delili hem de ben var oldukça
yaşayacak bir hatıra artık.
Tabii sadece o kitap değil bana bu satırları
yazdıran. Sabah gelen bir telefon sonrası kafamda çınlayıp duran bir görüntüyle
baş başayım: 80 yaşında bir adamın taktığı boncuklu kadın bilekliği. Sol
bileğindeydi. Biraz da sıkmış, hafif bir iz bırakmıştı. Lacivert bir ipe
dizilmişti. Renkli boncuklar, altın sarısı metalik parçalar ve minik inciler
vardı üstünde. Görebilen her göz, o bilekliğin bir hikayesinin olduğunu
anlayabilirdi. Bilekliğin bir kadına ait olduğu belliydi.
Almanya’daki
hastanenin ağaçlarla çevrili bahçesinde, beyin kanaması geçiren eşinin
iyileşmesini beklemişti. Günler süren bekleyişin sonrasında eşini kaybettiği
anları anlatmıştı bana. 50 yıllık eşi son nefesini verince önce yüzünü öpmüş,
sonra bilekliği çıkarıp kendisine takmıştı. Ertesi gün hastane yakınındaki
mezarlığa giderken geçtikleri yeşil yolu, usul usul yağan yağmuru ve mezarlığın
sessizliğini anlatmıştı. Eşinin yokluğunu, bir zamanlar onun bileğini saran o
boncuklarla kabullenmeye çalışıyordu. Eşinin bu dünyada bir zamanlar var
olduğunu, bilekliği üstünde taşıyarak hafızasına kazıyordu. Ben gözlerimi
bileklikten alamazken şöyle demişti: Ben artık ona kavuşmak için gün sayıyorum.
Yanında mezar yeri aldım. Oğluma vasiyet ettim, beni de bu bileklikle
gömecekler…
Telefonun ucundaki ses Murat Bey’i kaybettik derken, benim aklımdan
geçen tek şey o bileklikti. Almanya’da eşinin yanında, kolunda o bileklikle
uzanıyor artık Murat Bey. Yaşadığım evin sahibiydi. Bana bıraktığı iz, bir
bileklikten çok daha fazlası…
Böyle anlarda aklımın içinde dönüp duran bir şiir
var. Lale Müldür’ün Saatler Geyikler şiiri.
"Bazen ama bazen bir insanla bir şey
olur
Kısa süren bir şey
İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
Bazı
insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz”
Bazen iki geyik sıçrayıp havada
öpüşüyor ve o an çok şey oluyor: Bir yazarın gözden kaçırılmış sözleri 20 yıl
sonra, bir iz olarak vücut buluyor. Yıllar önce ölmüş bir kadının bilekliği,
Berlin’de bir mezarlıkta eşiyle birlikte yanına defnediliyor. Bazen de geyikler
gecenin bir yarısı türkü olup, içindeki karanlık ormanda koşuşuyor.
Memleketim,
ruhumun payitahtı Diyarbekir’in türküsüydü Geyik Avı. Çağlar Fidan türküyü olması
gerektiği gibi ağırbaşlı bir kederle seslendiriyordu. Hali tavrı çok zarifti.
Öyle bir söylüyordu ki, avcıların peşine düştüğü bir geyiğin bakışlarındaki
acıyı hissedebiliyordunuz. Hafızamdan kesik kesik görüntüler geçiyordu. Göğüs
kafesimde içtiğim suyu bile yudumlatmayan bir sıkışma vardı. Nedenini
anlayamıyordum, kalbimden vurulmuş gibiydim. Bir yere varacaktım, yolu
anımsayamıyordum.
Sonunda türkünün yolu, dedemin
Sur’daki evinde saz çalıp türkü söyleyen amcama, onu hayranlıkla izleyen 8-9
yaşlarındaki küçük kıza, bana kadar vardı. Diyarbekir’in çok sıcak yaz
akşamlarından biriydi. Amcam yine içki içip kavga etmişti, yüzü gözü morluklar
içindeydi. Ellerinde irili ufaklı kesikler vardı. “Ben bu dünyayı sevmiyorum”
diye ağladıktan sonra almıştı sazı eline. O akşam söylediği türkü buydu. Yıllar
sonra tekrar duyduğum o türküden bana kederli gözlerle bakan bir geyik değil,
aslında amcamdı.
Oysa ne dedem var artık ne de Sur’daki evi. Dedem öldü, ev
yıkıldı. Amcam ise dünyaya isyan bayrağını çekip gideli uzun yıllar oldu… Ama
izler hep yerli yerindeymiş… Öyleymiş… Hafızamda öylece duruyormuş…
Bu sabah
rüyamdan, belki de kabusumdan insan insanın çölüdür cümlesini duyarak uyandım.
Klişe bazen iyidir; anlatmayı, anlamayı kolaylaştırır ama ben pek sevmem kesin
yargı bildiren bu cümleleri. Ama karşıt cümleleri de maalesef benzer kesinlikte
kurmak gerekiyor. Yazının cilvesi işte: İnsan her zaman insanın çölü değildir.
İnsan her zaman insanın izi değildir. İnsan insanın her zaman bir şeyi de
değildir.
Ama silinmemiş, silinmeyen, zamanını bekleyen izler vardır elbette.
Bazen bir kitabın sayfalarında kıyıya vuran bir balina, bazen bir bileklik,
bazen de bir geyik…
12-13 Haziran 2021- ORTAKÖY
Yazara hissettiğim gönül borcuna, Murat Bey'in eşinin bilekliğine, Lale Müldür'e, amcamın bir türlü sevemediği dünyaya, Çağlar Fidan'ın beni yıllar öncesine götüren o güzel sesine, gidenin de kalanın da bıraktığı izlere...