Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Ara sıra kendiliğinden beliriveren bir tebessüm bile suçluluk duygusu yaratıyordu. İçimizdeki şarkılar bir anda susmuştu. İnsan onurunu zedeleyen sadaka yerine, bir lokma ekmeğini seve seve paylaşanların dayanışması vardı. Komşusu ölünce televizyonu-radyoyu açmayı zul addeden insanlar sessiz sedasız, ağırbaşlı bir kederle yas tutuyordu. 17 Ağustos depremi olmuştu. Kaybımızın çok büyük olduğunun farkındaydık ama toplumsal belleğimizin son ortak yarası olduğunu henüz bilmiyorduk. Öğrendik. Hem de acı deneyimlerle. Özellikle de son 20 yıl içinde.
Geçmişte her şey çok iyiydi, son yıllarda değişti yanılgısı içinde değilim elbette. Şu parantezi açmak gerekli: 99 yıllık Türkiye Cumhuriyeti bir devlet olarak toplumsal travmalarıyla yüzleşmedi. Hatta siyaset, bu yüzleşmenin olmaması için çabaladı. Devlet geçmişiyle hesaplaşmayınca suçuna vatandaşını da ortak etti. Ölüm kutsanırken diğer taraftan da ötekinin ölüsünü veya dirisini çiğnemek, üstü örtülü de olsa vatandaşa doğal bir hak olarak tanındı. Yoksa bir insan niye bir gün önce çay içtiği arkadaşının evini yağmalasın? Tehcir edilen komşusunun evine-eşyasına niye çöksün bir insan? İnsanları yakacak ateşe niye odun atsın? Niye depremde ölenler Kürt diye üzülmediğini açıkça itiraf etsin? Niye IŞİD saldırısında öldürülen 103 canı saygıyla anmak yerine yuhalasın?
Halisane niyetlerle Anadolu irfanında vicdan arayanların kalbini kırmak istemem ama siyasetçinin de vatandaşın da kumaşı maalesef bu. Ama bu kumaşta son 20 yılda oluşturulan akıl almaz tahribat da işin bir başka boyutu. Dinci-milliyetçi siyasi iktidarın bile isteye yarattığı tahribat, belleği uyuşturulmuş milyonlar yarattı: 17 Ağustos depreminde kendiliğinden yas tutan bu halk artık acıda ortaklaşamıyor, acının dozu arttıkça da duyarsızlaşıyor…
Sosyal medya paylaşımları bu konuda bir laboratuvar niteliğinde. 41 maden işçisini kaybedince olan bitene öfke duymak, tepki göstermek yerine, birkaç saniyelik siyah beyaz madenci fotoğraflı story, birkaç cümlelik tweet yeterli. Sonra gelsin reklam ve iş birliği ya da yaza duyulan özlemi anlatan içli cümleler eşliğinde meme dekolteli fotoğraf. Hesap sahibinin meşrebine göre “maden kazası” siyasete alet edilmemeli, nasip, kader, yattığı yer cennet olsun ve kapanış. Üzüntümüz de öfkemiz de birkaç saniyeye, birkaç cümleye hapsoluyor. Onca can kaybı, toplumsal belleğimize bir küçük çizik bile atamıyor. Ve sahneye siyasetçiler çıkıyor.
Üzüntü ve öfkeyi eş zamanlı tetikleyen kaza süsü verilmiş cinayetlerde, sağcı siyasetçinin yıllardır kullandığı sihirli bir silahı var. Perde bir cenaze namazında açılır ve o replik söylenir: Keşke Allah bana da şehadet makamını nasip etse!
Oracıkta ben de ölsem diyen birine karşı eli kolu bağlanır insanın. Âmin desen bir türlü, hafazanallah sonunun karakolda bitmesi artık olağan. Benim acım taze, sen ne diyorsun desen başka türlü. Tutulup kalıverirsin. Taze ölü cami avlusunda boylu boyunca yatarken, yakınları orada gözyaşları içindeyken siyasinin ağzından pervasızca çıkar bu sözler.
41 maden işçisinin ölümünün üstünden 24 saat geçmeden bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi bunu. Diğer sağcı siyaset esnafı da şaşırtmadı. Dini kavramların siyaset için kullanılması onlar için nefes almak kadar doğal çünkü. Peygambere komşu olmalarını dileyen mi ararsınız, kayıplarımız varken ihmal iddialarını konuşmayı doğru bulmayan mı… Şimdinin siyaset yapma zamanı olmadığını haykıran mı… Canları sağken işçinin yanında olmayan bu siyasetçiler, ölüsünün üstünde tepinmekten geri durmadılar. İstisnasız hepsi ağlak sözlerle, yapış yapış duygusal klişelerle geçiştirip, geride kalanların cebine birkaç kuruş koyarak konuyu kapatma derdindeler. En önemli silahları da bir müsekkin olarak kullandıkları şehadet şerbeti.
Türk sağcısı “Keşke ben de şehitlik mertebesine erişsem” lafını yıllardır ağzına boş yere sakız etmedi tabii ki. Bunu söylediğiniz an, endişeli muhafazakârların minnoş kalplerinin kırılmasından korkan aslan sosyal demokratları susturuverirsiniz. Hatta AKP hesabından atılmış gibi görünen tweetleri, kendiliğinden paylaşacak kıvama çoktan getirmişsinizdir onları. Ayrıca Türkiye gibi bir ülkede her daim oy garantisi olan bir söylemdir bu. Ama en önemlisi şehitlik mertebesinin geride kalanlar için en kullanışlı müsekkin oluşudur. Şehadet makamı, üzüntüyü körükler, öfkeyi yatıştırır. Geride kalanları “Diğer ülkelerde niye madenci ölmüyor” diye soramaz hale getirir. Çünkü şehadet makamı, dinci-milliyetçi siyasetçiler için suçu örtbas etmekte bayrak kadar kullanışlı bir silahtır.
20’li yaşlarda evladı mı öldü, yapıştır bir tane “Keşke ben de şehadet mertebesine ulaşsam!”
Göz göre göre, ihmal sonucu işçileri mi kaybettik, yapıştır bir tane daha! Çürük binalarda insanlar mı öldü, ver gitsin bir şehitlik unvanı! Sıra sıra tabut mu var? Ser gitsin üstüne bayrağı!
“Dini kavramların siyasete alet edilmesine, bayrağın suçu gizleyen bir nesneye indirgenmesine en çok dini ve milli değerlere sahip siyasetçilerin sahip çıkması gerekir” diye iyimser iyimser cümle kuracak birileri kaldı mı bilmem. Olması gereken ile olan arasındaki uçurumun başımızı döndürmemesi başka bir problem değil mi zaten?
Dinci-milliyetçi bir iktidarın ölümü bu kadar kutsaması varlığı için kaçınılmaz şartlardan biriydi elbette. Cami avlusunda Türk bayraklı tabuta yaslanıp, mikrofon elde siyasi içerikli konuşmalar, Cuma namazı sonrası miting gibi toplantılar, şehadet şerbetleri ve bayraklar hep bunun içindi. Ölümü kutsaya kutsaya, belleği sıfırlanmış, isyan etmeyen, ortak bir acıda buluşamayan, kader diye sunulana razı, uyuşmuş bir insan kalabalığı yarattılar her yaştan!
Durum bu diye elimiz kolumuz bağlı, çaresizce oturacak değiliz. Şimdi sesi de sözü de yükseltmenin tam sırası.
Bir siyasetçi her fıtrat dediğinde maden sahibi kodamanlar “hukuk” marifetiyle kurtarılıyor. Maden işçilerinin avukatları Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı rehin alınıyor, madenci tekmeleyen Yusuf Yerkel Almanya’ya ataşe oluyor.
Bir siyasetçi her kader dediğinde, göz göre göre yitip giden canların hesabının para babalarından sorulmayacağının garantisi veriliyor. 301 madenci, bir bakanın üst üste üç gün giydiği gömlekten bile değersiz kılınıyor.
Bir siyasetçi her kader planı dediğinde, kendisinin de ortak olduğu suçların delillerini karartıyor.
Bir siyasetçi şehadet makamının kendisine de nasip olmasını her söylediğinde, sermayeye yine büyük kâr, emekçiye yine ölüm yine yoksulluk vadediyor.
İş cinayetlerinde öldürülen tüm madencilerin anısına…