9 Ocak 2012 Pazartesi

VASİYET


Ölüm garip bir şeydi. Doğası gereği iki yüzü vardı. Ölene çok üzülüyor görünen herkes aslında bu seferliğine de olsa paçayı kurtardığına memnundu. Cenaze törenlerinde taze ölünün ardından dökülen gözyaşları aslında insanın kendi ölümüne duyduğu korkuydu.

Ölü, daha toprağa verilmeden unutuluyordu. Ölünün yakın çevresi, eşi dostu cenazenin başında, ölüm haberini aldıkları anı paylaşıyordu. “Haberi İtalya’dayken aldım, ilk uçakla geri döndüm...” “Biz arkadaşlarla Beyoğlu’ndaydık, telefon çaldı, acı haberi aldık...” “Çocuklara meyve yediriyordum. Kocam arayıp söyledi...”

Herkes aslında bu tanıdık cesetle hayatlarına sızan ölümden rahatsızdı. Bu ölüm, gündelik hayatın rutin ve o ölçüde huzurlu bütününe saldırıydı. Önemli olan, tabutun içindekine ne olduğu değil, o tanıdığın ceset olduğu anın kendi yaşamlarına bıraktığı izdi.
 

O çok sevilen ölü, ertesi gün hayata geri dönse, bizzat en yakınları tarafından mezara yeniden gönderilirdi. Herkes o ceset sayesinde hayatta olduğunu biliyordu. Öyle ya, denge buydu; birileri ölecekti ki diğerleri yaşasın. Ya da tam tersi. Sen yaşa ki diğerleri ölsün. Arsız ol, iste, yaşa, cenaze törenine git, hayatın değerini anladığın, artık kimsenin kalbini kırmayacağın, sevgini göstermekte geç kalmayacağın yalanlarıyla birkaç gün idare et, varsa vicdanın için ara sıra gözyaşı dök...

Bayılıyordum bu cenaze levazımatçısı amatör felsefecilere. Ama kural buydu. Bir iki eş dostun kalbi dışında, hakiki acının var olmadığı yerlerdi o cami avluları.

Ben mi? 


Elimde olsa, kendi cenazeme bile katılmazdım. 

Şöyle açık denizde kaybolmak, bir uçak kazasında unufak olmak, bir afette, yarılan yerin içine girmek, üstüme yağan bombalarla kan damlası olacak kadar toprağa karışmak, bir terör saldırısında kaldırıma kazınacak kadar yok olmak....

Yok olmak. 
Sadece bu kadar. 

9 Ocak 2012-İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder